30 YIL ARADIM...
1980’lerin, bir yönüyle de 1990’ların nev-i şahsına mahsus bir şakirt tiplemesi vardı. Onları, nerede görürseniz görün
tanırdınız; yüzlerinden, hal ve hareketlerinden, mahcubiyetlerinden, nazar-ı der-kadem yürüyüşlerinden, ve illaki dışarı saldıkları gömleklerinden...
Mecbur değillerse çarşıda işleri olmaz; dersler dışında, okula fazla takılmazlar, evlerden ikişer ikişer çıkarlar, azami ihlas, azami fedakarlık ve azami tedbirle hareket ederler, istişaresiz tuvalete gitmezler, çetele tutarlar,maklubenin hasını yaparlardı. Kurban derileri toplarlar, çapraz Pazar kahvaltıları yaparlar, ve illaki patatesli şeyler yerlerdi.
Mübarek aşağı, mübarek yukarı koşusturup duran Anadolu’nun, Trakya’nın köylerinden büyük şehirlere tahsile gelen kimi derviş meşrep, kimi deli fişek bu gençler, “asil fakat alil “ bir memleketin asırlık sorunlarını omuzlarına yüklenmiş bir mahzuniyet içinde “istikbal inkilabatı” rüyaları görürlerdi...
Ahmet Ersöz’ün Meçhul Bir Kahraman : Mehmet Özyurt adlı biyografik çalışmasını bir nefeste bitirince, hayalimde böyle bir protip tüllendi. Yaşatmak için yaşayan, muhabbet fedaisi, gösterişsiz... Muhabbetle çarpan sinesinde “ ummanlar hüruşan.” Derdi ömründen efzun biri...
Kitabı kapatırken dudaklarımdan, ‘tam bir abiymiş’ sözleri döküldü.
Hasta arkadaşının başından ayrılmayan, kardeşine hanesini, sofrasını, sinesini açan, dertli başının altına dizini, omzunu seren... Kendisiyle ve çevresiyle barışık salih ve salim bir şahsiyet, silm ve hilm ehli bir abi. Adam gibi bir adam. Müslüman.
Merhum Mehmet Özyurt hoca hem ilklerdendi, hem önden gidenlerden. Bu toprakların gizli milli hazinelerinden. Değeri, zamanla daha iyi anlaşılacaklardan...
20 Mayıs 1945’te Antakya’nın Karaksi köyü’nde doğuyor.
Hakikate çok erken yaşlarda uyanıyor. Yedi yaşında hafızlığını tamamlıyor. İlk gençliğini civar medreselerde ilim tahsiliyle değerlendiriyor. Liseyi dışarıdan tamamlayarak müezzin olarak başladığı Çay Mahallesi Camii’ne 16 yaşında imam oluyor. Konya’da askerlik vazifesini yaparken, çarşı izinlerini camilerde sohbetler ederek geçiriyor. Bu genç ve muhrik seda, Konyalının gönlüne taht kuruyor.
Askerlik dönüşü, evlilik yılları... İzmir Yüksek İslam Enstitüsü. Önce Fethullah Gülen Hoca’nın kasetleriyle, sonra da kendisiyle tanışma günleri... Talebelik ve imamlığın hem-devam ettiği yıllar... Fakr u zarürete düçar yıllar, ama Hey Günler. Terin tabandan çıktığı günler...
Hocaefendi , merhum Özyurt Hocayla tanışınca, “otuz yıldır aradım, yeni buldum” der. Ve ekler: “Tanıdığım onca insan arasında Allah’a onun kadar yakın bir arkadaş görmedim diyebilirim”
Yaşları hemen hemen aynı olsa da, Özyurt Hoca, adeta Hocaefendi’de fani olmuştu. Sureten ve sireten birbirlerine çok benzerlerdi. Dinleyen kişiler, yüzünü görmeseler, konuşanın Hocaefendi oldugunu sanırlardı.
Fethullah Gülen, ondan söz ettiği bir sohbetinde “kamilane bir hal ve edeple dersi dinlemiş, bir kere olsun bilgiçlik tavrı sergilememiş ve varlığını hissettirme çabasına girmemişti” der.
1980 Askeri darbesinden sonra, hapishane yolu. Mahkumlardan , gardiyanlara, müdürlere, polislere kadar herkese, Allah’ı Peygamber’i anlattığı Medrese- i Yusufiye dönemi...
Hapishanede türlü eziyetlere ve hakaretlere maruz kalmasına rağmen, bu konular açıldığında hiç konuşmamış, başını eğip geçmiştir. Hapisten çıktıktan sonra da bir daha ayaklarını hiç kimseye göstermiyor. Hücre arkadaslarıyla hapiste yaşananlar burda kalacak diye sözleşiyor.
Hapishaneden sonra, memuriyetten de ihraç edilir, çalışarak hak ettigi imamlık vazifesi elinden alınır. Zorlardan zor o günlerde, “Bunda bir hayır vardır” der. Elde avuçta ne varsa satıp, Diyarbakır yollarına düşer. Hayatının son demlerine kadar da Diyarbakırlı olur. Himmetini Diyarbakırlılara, Doğu’nun sulhuna, huzuruna hasreder. Bu şehri öylesine sever ki, dışardan gelen misafirlerine, yürüyerek sokak sokak Diyarbakır’ı gezdirir. Yıllar sonra Diyarbakır’a gidenler, en ücra esnaftan bile, “Mehmet hoca buraya gelmişti” sözlerini duymaya devam edeceklerdir. ,
Doğu’ya huzur soluklayan mesih nefesli bir fedai olur. Güney’i, Doğu’yu karış karış gezer; bu münbit toprakların bağrına muhabbet tohumları serper, o tohumları da gözyaşlarıyla sular. Bölge ahalisiyle,yüzlerce anı biriktirir. İlmi, ameli ve hasen ahlakıyla halk üzerinde derin bir saygı uyandırır.
Hesabi değil, hasbiydi, mefküre insanıydı, himmeti milleti olan... Tam bir hizmet adamı...
Merhumun ağzından düşmeyen sözlerden biri de: ” Sıradan bir insan olmayı öğrenemeyen birinde, ciddi sorunlar var demektir” sözleriydi. Sürüden değil, sıradan bir insan, düz, gıllügışsız bir adem.
İmamet vazifesinin hakkını verenlerdendi. Namaz kılarken ağlar ve ağlatırdı. Arkasında namaz kılınmaya doyulmazdı.
Namazda secdeye gittiğinde sapsarı kesiliverdiğini şahitler söylüyor. Hanımı, evlilikleri boyunca sadece iki sabah namazını kaçırdığını, bundan dolayı da günlerce kendini affetmediğini, ah u efganla dünyayı kendine zehir ettiğini, oruçlarla af ve mağfiret aradığını ifade ediyor.
Bu muhrik sedalı, latif edalı, siması hakikat gamzeden ahir zaman velisinin tavırlarında ötelere aitmişçesine bir halet vardı. Bakışlarında uhranın derinliği, serinliği ve ışıltısı...Ve yüzünde her dem nümayan buruk bir tebessüm.
Uykusu yok denecek kadar azdı; öğrenmek ve öğretmekten başka bir şey düşünmedi. İstikbali tenvir etmeye cehdeden bir fikir işçisi olarak didindi bir ömür. Eline geçen üç beş kuruşu, yeni kitaplar almaya, gelene gidene izzet u ikramda bulunmaya harcadı. Kapısı da gönlü de herkese açıktı.
Diğergamlık, fedakarlık, alicenaplık, hasbilik , vefa gibi yavaş yavaş sözlüklerden bile çekilen kelimeleri , yaşadı...
Tevazuu ile temayüz etmişti. Hakla beraber bir halk adamıydı. İnsanlardan bir insan... Alemin kendisine gelmesini beklemez, ayaklarına, kapılarına giderdi. Muhataplarına, Doğu‘ya has o tatlı şivesi ve bu toprakların derinliğinden süzülüp gelen bir emin veçhesiyle itimat ve itminan telkin ederdi.
Tanıyanlar hep bir ağızdan “Ondan hiç ama hiç sikayet işitmedik” diyor.
Hayatında lüks ve teyatral hiç bir şey yoktu. “Kendisini düşünme fantezisine hiç düşmemişti”. Hizmetlerin çileli ve dava adamı yetiştiren zamanlarını yaşamış, bugünkü safa devrini görmemişti.
Fakirdi. İşsiz kaldığı çok olmuştu. Ama eyvallahsızdı da...
Memuriyeti gasp edildiği dönemlerde Doğu’ya hicret etti. Diyarbakır’da hayata tutunmaya çalıştığı o mahrumiyet günlerinde ailece çok zorluklar çektiler. İşte o günlerde, tanıdık biri evlerine meyve getiriyor. Mehmet Hoca ise, meyve getiren arkadaşına, “Neden getirdin. Bir yıldır eve meyve almıyorduk. Bizimkiler alışmışlardı, şimdi tekrar isteyecekler” diyor
Merhumun bu hallerine sonradan muttali olan Hoacaefendi’nin yardım etsek teklifine çok içerliyor. Kalkıyor ordan şakın ve sarsık bir vaziyette eve geliyor. Kendisini odaya kapatıyor ve sabaha kadar ağlıyor. Bir hafta sonra eşi neden ağladığını sorunca da, yutkunarak : “Ben bu hizmete maaş almak için mi girdim ki, bana bunu öneriyorlar? O parayı sana, çocuklarıma nasil yediririm “!
......
Tüm maddi sıkıntılarına rağmen, saadethanesinde her dem bir cennet havası vardı. Uzaktan yakından gelen herkes için bir istirahatgah, inşirahgah idi evi.
Pekmezci abinin “Mehmet Özyurt deyince, aklıma sadakat ve samimiyette zirve geliyor” diye tavsif ettiği bu yiğit adam, hayatının son demlerindeUrfa'ya gitmek için hazırlanır. Evden çıkarken eşine şunları söyler:
"Öleceğime hiç üzülmüyorum. Sana üzülüyorum. Arkanda bakanınız yok. Beş çocukla, ne yaparsın?"
Eşi Şükriye Hanım, bu konuşmalara önce bir anlam veremez. Sonradan vakayı şöyle anlatır:
"Çocuklarını öptü, ayakkabısını giydi. İçeriye bakıyordu. 'Ne oldu' dedim, 'Bir şey yok' dedi. Bir basamak indi. Döndü, baktı. 'Ne oldu, bir şey mi unuttun' dedim. 'Hayır' dedi. Gözleri ıslaktı. İnerken ben kapıyı kapattım, içimde büyük bir sıkıntı vardı. Geri açtım kapıyı, gitmemiş. Orada duruyordu. 'Bir şey mi var' dedim. 'Yok' dedi. Yüzüme dikkatlice baktı. 'Allah'a ısmarladık' dedi, koşar adımlarla indi. Kapıyı kapattım, hemen balkona koştum. Balkonumuz müsaitti. Aşağıya baktım gitmiş, göremedim. Bu onu son görüşümdü.”
Mehmet Özyurt hocamız, 18 Eylül 1988 Pazar günü Urfa'da geçirdikleri elim bir trafik kazası sonucu Bayram Acar, Hasbi Şahin ve Halil İbrahim Çelik ile birlikte vefat etti.
Fethullah Gülen’in özel olarak kaleme aldığı bir yazısında merhum Mehmet Özyurt hoca hakkında şöyle diyor:
“Gelecek nesillerin Mehmet Özyurt Hoca gibi hasbî ruhları tanıması ve onların izinden yürümesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü onlar, ömürlerinin her anına bir örnek hal, tavır ve davranış sığdırmış insanlardır. Onların sergüzeşt-i hayatları yarının hasbîlerine yol gösterecek işaret taşlarıyla doludur. Dolayısıyla, hem onları birer yâd-ı cemîl olarak anmak hem haklarında duaya vesile olmak ve hem de geleceğin fedakar ruhlarına hüsn-ü misaller göstermek için Mehmet Hoca gibi kahramanların hayat hikayelerinin yazılması lazımdır.”
Yine, Hocaefendi’nin dudaklarından, şehitlerin şahı Özyurt Hoca’nın vefat haberini aldığında “belim kırıldı “ sözleri dökülür.
Hocamıza Allahtan rahmet diliyoruz, Ahmet Ersöz beye de bize bu yiğit insanı, aziz abimizi takdim ettiği ve tanıtığı için teşekkür ediyoruz.
No comments:
Post a Comment