SADELEŞTİRİLEN RİSALELER VE ŞEFKAT TOKATLARI...
Kimi Risale-i Nur cemaatlerinin ötedenberi, Hizmet hareketine mesafeli bir tutum sergiledikleri yeni bir şey olmadığı gibi sır da değil. Mesela 1971'de Fethullah Gülen, Nur davasının meşhur avukatı merhum Bekir Berk'lerle birlikte hapse girince, İstanbul ve Ankara'daki Nurcu ağabeyiler onları hapiste ziyaret etmediler. Gerekçe: Gülen hocaefendi kendi başına davrandı, bir çığır açma sevdasına düştü ve sonuçta da şefkat tokadı yedi.
Nur davasının önde giden isimleriyle her zaman arasını iyi tutmaya özel bir gayret sarf eden, Bediüzzaman'ın taleberine tazimde ve hürmette kusur etmeyen Gülen, irili ufaklı çok sayıdaki Nur cemaatleriyle bütün pürüzleri tamamıyle ortadan kaldırmayı başaramadı! Bunun çeşitli sebepleri var.
Bugün, Hizmet Hareketinin AKP Hükumetiyle yaşadığı imtihanını da belli başlı Nur grupları bir başka şefkat tokatı olarak değerlendiriyor:
Gülen, Risalei Nuru sadeleştirdi, dolayısıyla da böyle büyük bir tokada müstahak oldu bu anlayışa göre.
Aslında eserlerin sadeleştirilmesi, Bediüzzaman'ın sağlığından beri bir tartışma konusu .Vefatından hemen evvel Kemal Ural'ın çıkardığı Şule dergisinde de ilk denemeleri yapılmıştı sadeleştirme çalışmalarının Amaç dil engeline takılıp kalan gençlerin eserlerde nazara verilen iman hakikatlerinden bütün bütün mahrum kalmaması...
Bugün de çok tartışılan, zaman zaman tekrar be tekrar tartışılacak olan konu: Sadeleştirsek de mi okusak, sadeleştirmesek de mi oku(ma)sak… Aşağıda okuyacağınız yazıyı iki sene önce, Ufuk Yayınlarınca yayımlanan sadeleştirilmiş Lemalar'dan sonra kamuoyunda çıkan tartışmalar bağlamında yazmıştım ki bugün de aynı görüşteyim. Yazımı sizlerle burada da bir kez daha paylaşmakta fayda görüyorum...
14.02.2012, Rotahaber, Engin Sezen
Türkiye’nin hayhuylu gündeminde ve bazı eşhasın hissi mülahazalarla yapmaya hala devam ettikleri açıklamalarıyla güme gitmek üzere olan malum tartışmadan, entellektüel düzeyde seyrettigi, hakkaniyetle sürdüğü ve uhuvveti zedelemediği müddetçe memnun olduğumu belirtmeliyim. Nur Hareketinin entellektüel kapasitesi, örfi müktesebatı dil, din ve sanat mihverli böyle bir tartışmayı çok bereketli zeminlerde sürdürmeye ziyadesiyle kafidir.
Yeniden düzenlenen Lem’aları henüz görme, inceleme imkanım olmadığı için, bir dilci olarak metin kritik yapabilmem, bu minvalde bir görüş ifade edebilmem mümkün değil.
Evvela, sadeleştirme tabirine karşı olduğumu belirteyim. Benim lügatçemde, sadeleştirme olumsuz çağrışımlar uyandırıyor. Bir edebi , fikri eserin sadeleştirilmesinin, o eserin aleladeştirilme’si olarak görüyorum. Bu hangi eser olursa olsun.
Burada doğru kelime uyarlama (adaptasyon)dır. Ki yurtdışında yaygın bir uygulamadır. Örneğin Shakespear’in eserlerinin , ilkokul, orta ve lise düzeylerine uygun uyarlamaları vardır, hakeza G.Orwel, C. Dickens vs. Uyarlamada asıl amaç, her yaştan ve düzeyden kimselerin bu önçalışmalar vesilesiyle, asıl şaheserlerle tanışabilmesidir... Aynı durum Risaleler için neden sözkonusu olmasın! Hatta beş on sene sonra İngilizcede Risales For Dummies diye bir kitap çıkarsa şaşırmamak lazım. Uyarlamalar dile duyarlı, ehil insanlarca yapılmalıdır. Bütün uyarlama çalışmaları , tamamlanmamış üslub egzersizleridir, ucu açık denemelerdir. İkinci baskısı, birincisinden daha iyi olur, üçüncüsü de ikincisinden...
Bu tartışmadaki can alıcı noktanın gözden kaçırılmaması önemlidir. Asıl konuşulması gereken konu, Türkçe’nin kendisidir, lisandır.
Ne yazık ki, Tanzimat tercümeler, Meşrutiyet uyarlamalar, Cumhuriyet ise sadeleştirmeler dönemi olmuştur. Kuşaklar arası çatışmalarımızın temelinde hep dil sorunu vardır. Bir önceki kuşağın yazdığı kitabı sadeleştirmeden anlayamayan bir toplum düşünün.
1000 yıldır “haddeden geçerek” kemale ulaşan bir lisanın bugünkü hali içler acısıdır. Yusuf Kaplan, sürekli bir “semantik intihar”dan söz ediyor, ben ise “semantik katliam” diyorum. Topyekün bir milleti, ruh ve mana köklerini kurutma, özünden koparma operasyonu...
Şimdilik baş yararak, kalp kırarak sürdürülen bu gibi tartışmalarda, temel konular, asırlık yaralar masaya hiç yatırılmıyor. Bir sonuca bağlanamadan kapanan tartışmaların açtığı yaralar bir türlü kapanmıyor.
Asıl yara, dilimize karşı bu umursamazlığımız, özensizliğimizdir. Böyle giderse, 20 yıl sonra da Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eserlerini sadeleştirmek zorunda kalacağız.
İşte bu yarım yamalak tercümeler, saçma sapan sadeletirme ameliyeleri ile derisi yüzülen bir dille hakikatli bir eser verilmez. Derlemeci çıkar, mukallid çıkar, ama müellif çıkmaz. Çünkü, dilimizin bugünkü hali, derinlikli bir tefekküre imkan vermiyor.
Yayınevlerimizde çıkan binlerce neşriyata baktığımızda da zaten bunu görebiliyoruz. Çalışmaların yüzde ellisi derleme, kes kopyala... Asıl konuşulması gereken şeyler bunlar. İşin burasında, yapılan çalışmayı henüz görmeme hakkımı mahfuz da tutarak, tüm sadeleştirme çalışmalarına karşı olduğumu bir kez daha kaydediyorum.
Gelelim meselenin popüler yanına.
Ufuk Yayınlarının neşrettği Lem’alar’dan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin habersiz olduğunu düşünemeyiz. Oluru olmadan böyle bir şey yapılabileceğini öngöremiyorum; çünkü radikal bir adım.
Fakat,esas itibarıyla yapılan iş, Hocaefendi’ nin vizyonuna, ali himmet tasavvurlarına, hareketin geçmişine ve geleceğine muvafık düşen bir icraattır. Hocaefendi’nin derdi şu: Bu miri malı asar- ı güzideyi daha geniş kitlelere ulaştırabilmek...
Dünden bugüne, Gülen , yaptıklarıyla önce tenkit edilen , sonra da taklit edilen bir dini lider. Bu ilk değil, son da olmayacak. Zaman yine en iyi müfessir. Ufuk Yayınlarının bu icraatı, cesur, yerinde, ihtiyaca binaen ve neticeleri itibarıyla da hayırlı bir hizmettir. Gerçekten de zorlarda zor bir iştir, himmetleri daim ola.
Tartışmalara baktığımda, iki tarafın da, kendi açısından haklı olduğunu, tam da kendilerine terettüp eden şeyleri yaptıklarını, düşünceleri seslendirdiklerini görünce çok daha sevindim. Bir taraf, canı kadar sevdikleri Aziz Üstadlarının eserlerini, kendi telifleri gibi görüyor, ki bir harfinin bile değiştirilmemesi gerektiğini söylüyor, işte bu salabettir, sadakattir. Diğer cenah da, eserlerin istifade sahasını genişletiyor. Bu da ali himmetliktir, eserleri nice muhtaç sinelere ulaştırabilme gayretidir. Biri bağnazlık değildir, diğeri de vefasızlık...
Önemli olan hizmettir, hizmet düşüncesine halel getirebilecek bir tavıra girmemektir. İçtenlikle ortaya çıkan yenilikleri boğmamak, mesela bu Lem’alar çalışmasını “tahrif, tahrip, ihanet, cinayet” gibi ağır kelimelerle ademe mahkum etmemektir, fırsatı ganimet bilip bir cemaate vurmaya çaışarak uhuvvet ve ihlas düstularının dışına çıkmamaktır. Hatta, bu konuda pusuda bekleyen harici tahriklere karşı da uyanık olunmalı...
Evet, Bediüzzaman, aynı zamanda Sahibüzzamandır da, eseri de Kitabüzzamandır. Ama bana son derece halavetli gelen dili ve üslubu, çoğu kimse tarafından , gerek konularının derinliğinden, ağırlığından , gerek dilinden ve anlatım tekniklerinin girift yapısından, özgün üslup özelliklerinden dolayı layıkı veçhiyle okunamıyor, anlaşılamıyor.
Değerli şair Yavuz Bülent Bakiler ile küçük bir anımı paylaşayım. 10 yıl kadar önce, bir dergi için röportaj yaparken, kendisine “başlayıp da bitiremediği bir eser olup olmadığını” sormuştum. Kendisi, tüm içtenliğiyle “Risalelelere hep aşk ve şevkle başlıyorum, ama bir türlü bitirmeye muvaffak olamıyorum” cevabını vermişti. Ben “neden” dediğimde ise, “dili” cevabını almıştım. Bunu söyleyen kişi Türkçe sevdalısı bir şair.
Risalelerin en güçlü ve özgün yönlerinden biri dilidir. Ama bu konuda ortalama okur için bir orta yol bulmak zamanı gelmişti ve bu çalışma ortaya çıktı. Hayırlı olmasını temenni ediyoruz.
Her ne kadar Ali Çolak, Ufuk Yayınlarının neşrettiği Lem’alar için “dil zevkini gözeten bir çalışma” dese de, ben yine , Sözler Neşriyattan basılan o kırmızı kaplı kitabı alıp okumaya devam edeceğim. Doğrudan Bediüzzamanla tatlı bir sohbete dalacağım, o konuşacak ben dinleyeceğim, ayrı bir haz, özge bir feyz alacağım. Hayırlı bir adım olarak gördüğüm yeni Lem’aları okuyan yeni okurlara da, Lem’aları ikinci kez okuyacaklarsa, bu kez aslından okumalarını önereceğim...
No comments:
Post a Comment