Prof. Dr. Erol Göka, Yeni Şafak’ta din
ve iktisat arasındaki münasetlerini, bir köşe yazısının el verdiği ölçüde,
irdeleyen iki yazı kaleme aldı. Yazar, her ne kadar 1 Mayıs ile Regaib
kandilinin aynı güne tevafuk etmesini sözkonusu yazıları için hoş bir vesile
olarak görse de, Din ve Ekonomi alakası, yani manevi inkişaf ile maddi terakki arasındaki ilişkiler, üzerinde çok
düşünülmüş ve tartışılmış bir konudur. Bununla birlikte, Göka’nın bu yapay gündem kakafonisi içinde böylesine hayati bir konuya köşesinde yer vermesi takdire şayan. Nitekim,
bu konunun günümüz Türkiye’si ile yakından ilgisi var. Şöyle ki, son on yılda
Türkiye’nin dindarlaştığı üzerinde çok yazılıp çiziliyor. İktidarda, lider
kadrosu İslamcı gelenekten beslenmiş ve beslenmekte olan politikacılar var.
Doğal olarak da Türkiye’nin sadece ekonomisi değil, dış siyasetten hukuka,
sanata ve spora kadar güncel konuları da dini terminoloji ve argümanlarla ele alınıyor,
tartışılıp değerlendiriliyor.
Erol Göka, ele aldığı din ve ekonomi kavramlarının önemini “Kim ne derse desin,
tarihin işleyişine din veya ekonomi ya da ikisi birden yön veriyor” şeklinde
ifade ediyor yazısının başında. Yazar, bu iki kavramı irdelerken, Prof. Dr.
Ömer Demir'in Sentez Yayınları tarafından yayınlanmış 'Din Ekonomisi: İnanç, Zenginlik, Mutluluk' kitabını yazılarının
merkezine alarak Demir’in kitabını gündeme getiriyor
ve tanıtıyor okuruna aynı zamanda. Göka, Yeni
Şafak’taki iki yazısının ana sorunsalını, din,
zenginliğe yol açar mı sorusu bağlamında kurguluyor. Yazısının son cümlesinde de şahsi hükmünü şöyle veriyor: “Mesele yalnızca dindarlıkta bitmiyor;
dindarlık görüntüde kalınca, bırakın ekonomik gelişmeyi sağlam bir kişiliği
bile garanti etmiyor” Burada “görüntüde kalan dindarlık” sözünün daha da
açıklığa kavuşturulması şartıyla, Göka’nın yazılarındaki
bu anafikre, özellikle de günümüz şartlarında, katılmamak kabil değil!
Bu yazıda dikkat çekmek istediğim husus, Türkiye’de Din ve Ekonomi
münasebetlerini irdeleyen çalışmalar yaparkan, özellikle bu
konularda ürettiği akademik ve akademik olmayan eserleriyle, Türkiye’yi hatta bütün İslam Dünyası’nı çok çok geride
bırakan Batı’da ortaya konulmuş devasa çaptaki külliyatları
ve binlerce ürünü görmenin lüzumu…Son tahlilde de, bu yabancı eserlere tam
manasıyla nüfuz etmenin yanında, bu konuda kendi öz kaynaklarımızı da tam bir
yetkinlikle tahlil edebilmemizin ehemmiyeti… Bu ikisi olmadan yapılan çalışmalar na-tamam olacaktır.
Göka’nın yazısından mülhem küçük bir araştırma yapınca şunun farkına
vardım: David Landes’in bu konuda yazılmış ve genel okura da hitap ettiği için
çok satanlar listesinde yer almış, milyonlar tarafından okunmuş ve klasikleşmiş
eserinin henüz Türkçe’ye tercüme bile edilmediğini, hatta hakkında değil
akademik bir yazı, bir tanıtım ve eleştiri yazısının dahi kaleme alınmadığını
gördüm. Bilvesile, Harvard’da ekonomi ve tarih profesörü
olan David Landes’in The
Wealth and Poverty of Nations adlı geniş çaplı çalışmasını
küçük bir yazıyla da olsa, gündeme getirmek istedim.1998’de yayınlandığında
çok büyük tepkiler uyandıran, yirmi yıllık titiz bir
çalışmanın
verimi olan bu hacimli ve akademik eser, son bin yılda Dünya ekonomi tarihini,
şaşırtıcı bir yetkinlik ve üst söylemle ele alıyor. Karşılaştırmalı global
tarih ve ekonomi tarihi kategorilerinde değerlendirilebilecek kitabın dilsel
özellikleri ve anlatımındaki caziplik bakımından kolay okunabilen bir eser
olmakla birlikte akademik üslubun da hakkını veren bir tarzda yazıldığını
belirtelim. Tükçe’de ne hikmetse akademik yazı deyince akıllara kuru ve ruhsuz
bir anlatım geliyor. Üslubsuz ve sakil bir tarzda kaleme alınan çalışmalar, sanki
sadece konunun erbabı ve uzmanları için yazılmış havasında oluyor ve kütüphane
raflarında kaderlerine terk ediliyor. Oysa, rahatlıkla okunabilen Landes’in kitabı,
sadece konunun uzmanları için değil, genel okur icin de heyecan verici keşifler
sunuyor. Landes, kitabını güçlü ve ilginç tespitler, gözlemler, argümanlar ve
analizlerle zenginleştirmiş. Kitap, dünyanın muhtelif coğrafyaları, kültürleri
ve milletleri arasındaki ekonomik
farklılıkları, gelişmişlikleri ve geri kalmışlıkları irdeliyor; son tahlilde fundamental soruya tarihi pespektiften
bir cevap arıyor: Neden dünyanın bazı
ülkeleri zenginken bazıları yoksuldur?
Landes’e
göre, Batı geçtiğimiz bin yıl boyu
hem ekonomik olarak hem de kültürel açıdan dünyanın liderliğini yapmıştır. Bu
Landes’in ana tezi… Tezini ispat için de kitap boyu sürekli Batı ile dünyanın
geri kalan kısmını farklı hususlardan kıyaslıyor. Fakat mesela Haçlı Seferlerinde Batı’nın İslam Dünyası’ndan ne derece
istifade ettiği hususuna yüzeysel değinen Landes, geçen bin yılda üstünlüğün Batı’da
olduğu tezinde zaman zaman adil olmayan değerlendirmelerde bulunuyor. Batı’nın
yanısıra Kuzey Amerika ve Japonya’ya özel önem veren Landes’e göre bu ülkelerin maddi
refahı tesadüfi değildir! Bu başarının yüzyıllarca devam eden sıkı ve
disiplinli bir çalışma ve gayretin sonucu olduğunu belirten yazar, Batı’nın iki
önemli avantajı olduğunu öne sürüyor: Coğrafya ve Kültür. Bu iki faktör
Batı’daki ekonomik büyümenin ve üstünlüğün temel belirleyicileri oldu.
İlk unsur
olarak coğrafyanın uzun uzun üzerinde duruluyor. Dünya ekonomi tarihini
bölgesel perspektiften analiz eden yazara göre, zengin ülkeler ılıman iklimli
bölgelerde, yoksul ülkeler ise tropik ve sıcak bölgelerde konuşlamış oluyor.[1] Ilıman iklimlerde yaşayan insanlar daha diri
ve çalışkanken, sıcak bölgelerde yaşayanlar ise motivasyonları düşük ve uyuşuk
oluyor. Bununla birlikte, zor iklimlerin olumsuz etkilerinin teknolojik gelişme
ve imkanlarla giderilebileceğini savunan yazar, bu duruma da örnek olarak air-conditioning
teknolojisiyle iklim olumsuzluklarını gideren, çölsıcaklarını serinleterek
çalışma koşullarını iyileştiren kimi Körfez ülkelerini gösteriyor.
Landes’in
ekonomik gelişmeyi etkilediğini ve temel belirleyicilerden olduğunu ileri
sürdüğü ikinci husus olarak Kültür’ün daha fazla üzerinde duruyor. Batı’nın
kendi içindeki kültürel farklılıklarının maddi zenginlik de yarattığı görüşünde
Landes. Peşipeşine gelen teknolojik ak gelişmelerin ortak adı olarak kullandığı
Endüstri Devriminin Batı’nın kendi içindeki çekişmelerle ivme kazandığını ve
sonuç itibarıyla Batı’yı dünyanın diğer ülkelerinden çok daha zengin ve
müreffeh kıldığını ileri sürüyor. Diğer yandan dünyanın
büyük bir kısmı, Batı’da ortaya çıkan bu yeniliklere hazırlıksız yakalandı ve
Batı’da başgösteren teknolojik ve dolayısıyla da ekonomik gelişmeler trenini
kaçırdı. Landes, “Eğer ekonomik gelişmeler
tarihinden sadece bir sey öğreneceksek, o da bütün değişikliği kültür’ün
sağladığını bilmemizdir” sözü bu noktada önemli.[2] Batı’nın kültürel üstünlüğü ile ilgili olarak,
zengin anekdotal deliller ileri süren Landes’in, kültür’ün yerini ve önemini gereğinden
fazla vurguladığı ileri sürülebilir, ancak ben bu konuda Landes ile aynı
fikirdeyim. Kültür, sosyal hayatı biçimlendiren çok güçlü bir unsur. Güçlü
kültürlerin güçlü ekonomi ve güçlü ekonomilerin de güçlü kültürler meydana
getirerek gittikçe büyüyen bir salih daire yaratacağı düşüncesindeyim. Ekonomik
gelişmelerin sağlam bir kültürel alt yapıdan yoksun olduğunda, asla uzun ömürlü
olamayacığına inananlardanım. Kültür, bize kaynakları daha insani ve etkili kullanabilmemize
imkanlar sağlıyor, insanları yaptıkları ve yapacakları işler hakkında şuurlandırırken,
milletleri de dünya gelişmelerine daha uyumlu hale getiriyor, teknolojik ve
ekonomik gelişmeleri sürdürülebilir kılıyor ve daimi terakki sağlıyor. Nitekim
yazar da bu güçlü tezi, kitabına maharetle yedirmiş görünüyor.
Burada,
Landes’in seküler bir kültür vizyonu olduğunu ve kültür’ü dinden özenle izole
etmeye çalıştığının altını çizmek gerek. Landes, kendisi iflah olmaz bir kapitalist
olarak, dini zaman zaman eleştiriyor da. Bununla birlikte, Protestan etik’in ve
bu ahlak anlayışının Kuzey Avrupa’da oluşan zenginlikte oynadığı hayati önemin
ve katkının altını çiziyor. Özellikle Kalvinistleri Avrupa’daki Endüstriyel Devrimin
ana unsurlarından görüyor. Landes, din ve ekonomik gelişmeleri anlattığı, benim
de bölümde, ne yazık ki İslamiyet’in modern dünyaya sağladığı katkılarını
analiz etmede zayıf kalıyor. Hatta yazar, İslami, Arap dünyasının ekonomik gelişmelerinde bir
engel olduğunu ifade ediyor. Kuranın matbaada basılmasının dinen yasak
olmasının, bilimsel gelişmeleri engellediği yönündeki bildik ama son derece
indirgemeci tezi gündeme getiriyor.[3] Kitapta Landes’in düştüğü en büyük hatalardan
biri de İslam dünyasının geri kalmışlığını ele alırken, odağını sadece son 2-3
yüzyıla yoğunlaştırması… Mesela, İslam’ın Endülüs’te Batı medeniyetine katkılarını,
Batı’nın Ortaçagının İslam için Altın Çağ olduğu konularına girmiyor bile.
Avrupa’nın
üstünlüğüne dair tutkulu bir üslupla konuşurken Landes’in Avrupa-merkezli bir
perspektiften baktığını daha net görebiliyoruz, ki yazarın kendisi de bunu
inkar etmiyor. Nitekim Landesin kitabındaki anahtar konseptlerden biri European exceptionalism kavramıdır. Landes,
bu meyanda Bernard Lewis ve Daniel Bell gibi mütefekkirlerle aynı görüşte. Bu
görüşe göre Avrupa, her zaman kendisinin Doğu diyarlarından daha farklı ve üstün
olduğuna inanır.[4]
Ortalama olarak son beş asırda Batı,
kendi arasındaki büyük savaşlardan, toplumsal olaylardan, bölünmelerden
geçerek, dogmaları sorgulayıp yeni ve yaratıcı fikirlere açılarak bu üstünlüğü
sağladı. Batı’nın inovatif kültürü, saat, matbaa ve gözlük gibi günlük hayatta çok
kullanışlı kimi icatları, barutu etkin olarak kullanması Batı’yı diğer
medeniyetlerden çok farklı bir düzeye çıkardı.[5]
Landes’in
zorlandığı bölümlerden biri, Batı zenginliğinin kolonyalism–emperyalism ile
ilişkilerini tam açıklayamaması. Mesela “Fransızlar Cezayir’de malarya
hastalığıyla mücadele etti ve aldıkları tıbbi tedbirlerle milyonlarca
Cezayirlinin ölümünü engelledi, daha sağlıklı ve uzun ömürlü bir Cezayir mileti
oluşmasına katkı sağladı [6] derken
Fransız ordusunun 1954-1962 yılları arasında Cezayir’de yaptığı kıyımdan söz
etmemesi ilginç. Kitabın 25. bölümünün baştan başa anti-kolonyel perspektiften
iyi bir eleştiriyi hak ediyor. Yine, 1900’da, İngizlerin Hindistan’dan Çin’e
kilometrelerce demiryolları döşediğini bunun da o ülkeler için çok faydalı
olduğunu belirtirken, bu demiryolları fikrinin o ülkeleri gerçekten de ekonomik
olarak zenginleştirmek mi yoksa, sömürgeciliği daha kolay yapabilme amacından
mı kaynaklandığını tartışmıyor.
Landes’in
Amerika’yı irdelediği bölümde de yine merkeze Batı’yı alarak, Amerikan
başarısını bu yeni ülkenin Avrupa kültürüne kısa sürede uyum göstermesiyle
açıklıyor. Mesela Güney Amerika’nın iklimsel özelliklerinin Batı kültürünü
özümsemesine ve benimsenmesine engel teşkil ettiğini belirtiyor Landes. Çin’in
de en büyük hatasını, yöneticilerinin despotik tavırlarının Batı teknolojisini
red etmelerinde görüyor. Böylelikle Çin’in kendi ekonomik modernleşmesini bloke
ettiğini ileri sürüyor.[7] Landes,
Japonya’ya özel önem vererek, bu ülkeyi batılı olmadığı halde ilk endüstrileşen
ülke olarak tavsif ediyor.[8] Landes’e göre Japonlar yarışa geç girseler de
güçlü kültürleri ve çalışma etikleriyle kısa sürede ekomonik gelişmelerini
sağladıklarını belirtir.
Dünya ekonomik tarihindeki ana
tartışmaları mümkün olabildiğince detaylı bir biçimde ele alan kitabın eleştirilebilecek
önemli yönlerinden biri, her şeye rağmen, basma kalıp genellemelerden kendisini
tamamen kurtaramamış olması; ki bunu daha çok Ortadoğu, Osmanlı ve İslam
hakkındaki bölümlerde görebiliyoruz. Landes’in Müslüman ülkelere yönelttiği
kimi sorular da var: Müslümanlar dini ve
seküler matbaaya neden karşı durdular? İslami toplumlar tarih boyu neden
despotik yöneticileri bağrına bastı? Kadın erkek arasındaki eşitsizlik ve
dolayısyla kadını iş hayatına doğrudan katılmaması neden İslami toplumların
karekteristiği haline geldi?
Tartışmalı
muhtevasına rağmen, kitap iyi araştırılmış ve yazılmış bir dünya tarihi olarak
bir başvuru kaynağı önümüzde duruyor. Zaman zaman geçmişle günümüz arasında hoş
münasebetlerin de kurulduğu iyi bir okuma. Landes, Batı hegemonyasının ve
üstünlüğünün güçlü bir savunucusu olarak, dünyadaki çok sayıda kültürel,
ekonomik ve teknolojik gelişmelerin ardında Batı’yı görür. Kitap bu yönüyle
sanki başlıbaşına Avrupa’nın ekonomi tarihini anlatan bir çalışma gibi.
Kitabın
en büyük başarılarından biri tarih yazıcılığındaki domine edici söylemidir ki
bu yönüyle bu çalışma Avrupamerkezli perspektifin bir zaferidir. Eric.L.Jones'in The European Miracle (1981), Mancur Olson'un Rise and Decline of Nations (1982), Nathan Rosenberg and
L. E. Birdzell'in How the
West Grew Rich (1986), Charles Kindleberger'in World Economic Primacy (1996), Jared Diamond'in Guns,Germs and Steel: The Fates of
Human Societies (1997) ve
Thomas Sowell'in Conquests and
Cultures: An International History (1998)
adlı çalışmaları söz ettiğimiz Avrupa merkezli perspektiften
yazılarak literaturde baskın bir söylem yaratmışlardır. Yalnızca Türkiye’de değil
bütün İslam Dünyasında bırakın yukarıdaki kitaplar ayarında telif eserler
kaleme almayı, sadece bu yazıya konu ettiğimiz Landes’in kitabı tercüme bile edilememiştir.
Dolayısıyla Türkiye’de din ve ekonomi arasındaki ilişkileri tahlil ederken mevcut
literatürü gözden geçirmeden yapılan çalışmalar hem müktesebat olarak hem teorik ve altyapısal açıdan eksik kalmaya
mahkumdur. Bununla birlikte, bu konularda önemli eserlerden ve
özkaynaklarımızdan olan Fütüvvetnamelerimizi tam okuyup tasnif edememişiz,
kadim geleneğimizi artı ve eksi yönleriyle tam teşeküllü çalışmalarla tespit edememeşiz. Ahilik
teşkilatlarımızın tarihi ve felsefesiyle ilgili külliyetli çalışmalar
yapamamışız! Dolayısıyla, öyle görünüyor ki bir süre daha Batı merkezli
akademik söylemin tahakküm ve tasallutu altında imal-i fikr edeceğiz. Gel gör
ki Batıda bu konularda kırk elli sene önce konulmuş temel eserlerden bile çok
da haberdar olmayan bir akedemyamız var.
Ezcümle, İslam
terakkiye manidir gibi fersude bir Renanyan düşüncesini geride bırakarak, acizane,
dinin manevi gelişmelerin önünü açtığını, hayata gerçek manasını kattığını, sadece
maneviyatı değil, maddiyatı da tanzim ettiğini ve terakkiye sebep olduğunu söyleyerek
yazıyı noktalamak istiyorum. Ama dindar bir insan, tembelse ve atılsa, buradaki
olumsuzluk dinin esaslarına ait değil, şahsın din anlayışına ve yorumuna ait
olduğunu da kaydediyorum. Eskilerin tabiriyle de diyanet (ritüeller, seremoniler…) artınca din ve
ahlakın azalabilme tehlikesinin her zaman varid olabileceğini ekleyip yazıyı
noktalıyorum!
No comments:
Post a Comment