1990 yılında dersaneden hocam olan Ali Çolak'ın o dönemde yazılar yazdığını, hatta 2000'li yıllarda tam bir deneme ustası olabileceğini.. nereden bilebilirdim; ama Ali bey evvel ahir sıkı bir okurdu ve eline geçeni ön yargısız okuyan, anlamaya çalışan biriydi.Bir dönem aynı öğrenci yurdunda da kaldığımız- o öğretmen ben öğrenci olarak- Ali Çolak'ı ya dersane KTT'leri için soru hazırlarken ya da kitap veya gazete okurken hatırlıyorum. Fatih'teki Orkide öğrenci yurdunun üst katında özel TVlerin yeni yeni yayına başladığı o dönemlerde, akşam oldu mu herkes televizyonun başına üşüşürken, onu kitaplar dünyasına gömülmüş olarak görürdük. 1990ların başında Ali Bey, gazete yazarlığına merhaba dedi ve daha sonra birbirinden güzel yazılar, denemeler kaleme aldı. Yazarlığını her zaman üstüne koyarak geliştirdi; uzaktan uzağa hem şahsiyetine hem de kalemine saygı duyduğum biri haline geldi. Aşağıya alıntıladığım yazısı bunlardan biri, Ali Bey'in güzel bir yazısı:Kendine tapınma hastalığı | ||||
“Meğer sen dahi kendi hüsnüne hayran mısın kâfir”
(Nedim) Benbenlik etmeyi, böbürlenmeyi, gizli ya da açık, kendini dünyanın merkezi gibi görmeyi, çağımızın hastalığı sanırdım, yanılmışım. Bacon’ı okuyordum geçende. Baktım, o da eski çağ filozoflarının, şairlerinin böbürlenmelerinden açıyor. Demek, insanın hamurunda var öğünmek, böbürlenmek. Bugün olsa olsa yolu, yöntemi farklılaşmış, çoğalmıştır. “Kendileri de biraz böbürlenmeseydi, ne Cicero’nun, ne Seneca’nın, ne de Plinius Secundus’un ünü böyle uzun sürebilirdi.” diyor Francis Bacon ve ekliyor: “Övünmek, tahta işlerini hem gösterişli hem de uzun ömürlü kılan bir cila gibidir.” Evet, bir cila... Bugünkü zamanda, bunu öyle güzel ve ustalıkla beceren, kendini öyle parlatıp ışıldatanlar var ki, şaşarsınız. Tacitus’un, Mucianus için söylediği, “Her sözüne, her davranışına ilgiyi çekmekte pek usta bir adam.” sözü, sanki tastamam onların fotoğrafını vermektedir.
Mesleklerinin, sıfatlarının, cinsiyetlerinin ne önemi var!.. Onlar, bir kişi değil, bir ‘tip’tir. Kendine ‘tapınan’lar zümresi... Sinemacı, müzisyen, yazar, ressam, siyasetçi, hatta aylak olabilirler... Her şeyin en doğrusunu onlar bilir, en iyi ‘duruş’ onlarınkidir. Onların beğendiği film, müzik, kitap en iyisidir. En iyi yazıyı onlar yazar. Kitapları en çok satan romancı, en çok okunan köşe yazarı da kendileridir. Filmleri gişe yapmasa bile değerlidir. Resimlerinin bir büyüsü vardır her zaman. Herkes gibi yaşamaktan iğrenirler; özel mekanları, özel dostları vardır. Kendilerinden, ahbaplarından, yapıp ettiklerinden söz açmaya bayılırlar. Her meclisin gülü, her çiçeğin arısı olmaya can atarlar. Hayranlarının, sevenlerinin, hatta âşıklarının haddi hesabı yoktur! İsterler ki hep ‘bir numara’ olsunlar; önemli, değerli, eşi bulunmaz, yeri doldurulmaz oldukları daima konuşulsun, yazılsın, hatırlatılsın. Bütün gıdalarını övgülerden, kendi kendilerine oluşturdukları efsanenin sürekliliğinden alırlar. İsimleri etrafında oluşan hâle koyulaştıkça, ünleri de değerleri de artar; ‘piyasaları’ genişler.
Söylemeye gerek var mı? Böyleleri Narkisos’tan başkası değildir. Bilirsiniz efsaneyi. Mitolojiye göre Narsis (Narkisos) güzel mi güzel; ama bir o kadar da aşktan anlamaz bir gençtir. Kendisini sevip de aşkından helak olan genç kızlar, onu tanrılara şikayet ederler. Tanrılar da cezayı keser ve Narsis, bir gün derenin suyunda kendi aksini görüp âşık olur. Yüzünün güzelliğini seyre dalınca, suya düşüp boğulur. Vücudu çürür ve yerinde bir çiçek biter. O çiçek, Nergis’tir. Bugünün Narkisoslarının, kendi ‘güzellikleri’ni görmek için dereye inip sudaki akislerini seyretmeye ihtiyaçları yok. Onlar, her daim kendi icat ettikleri ‘ayna’larda görüp seyrederler yüzlerini doya doya. Akarsuya düşüp boğulma tehlikesi de yaşamazlar. Fakat gün gelir, onlar da etraflarındaki dalkavukların ve sahte âşıkların oluşturduğu şöhret denizinde kaybolurlar. Yavaş yavaş buraya doğru gittiklerini fark etmezler mi peki? Hayır, etmezler... ‘Güzellik’lerine, eşsizliklerine, önemli ve ‘biricik’ olduklarına öyle inandırmışlardır ki kendilerini, bütün dünyanın da böyle düşündüğünü, düşünmesi gerektiğini vehmederler. Dünya birlik olsa, onları çıktıkları tahttan aşağı indiremez artık. Ben, oldum bittim hazzetmem böylelerinden; ama acımadan da edemem onlara. Çekilesi çile değildir onlarınki. Sözde bir ‘sevgi’ ve ‘ilgi’ hâlesi içinde yüzerler ve bunun bayıltıcı hazzıyla sarhoşturlar; ama etraflarında gerçek dostları pek azdır. Daima el üstünde tutulurlar; ama başını omzuna yaslayıp ağlayabilecekleri gerçek bir dostları bile yoktur. Kara, kapkara bir yalnızlıktır yolun sonunda bekleyen. Aklı başında bir insan, neden aldanır böyle zehirli bir bala? Kendini ‘önemli’ adam sınıfına yazdırıp bütün ömrünü neden ‘alkışlanmak’ derdiyle heba eder? Asıl ‘büyük’ adam odur ki, sahip olduğu ‘büyük’lüğü kendi elleriyle yıkıp atsın, kendi putunu kendisi kırsın… Ve başkaları kendisini yücelttikçe o, unutturmaya çalışsın adını. O zaman dalkavukları, hayranları, meftunları dağılır belki; ama omuzlarından dağ gibi benlik yükü de kalkmış olur. Kendine tapınıp durmanın sıkletinden, şakşakçıların yüceltmelerine bedel ödemekten kurtulur; insan gibi insan olurlar; dümdüz, hakiki insan... |
Wednesday, June 11, 2014
Kendine tapınma hastalığı
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment