Tuesday, July 12, 2016

PARALEL HİKAYELER 1

SÖZ

Sizin babanız verdiği sözü tutar mı?
Benimki tutmaz.

Çoktandır saymayı bıraktığımdan, kaç kez sözünü tutmadığını merak bile etmiyorum artık! Eskiden, babamın sıkısıkıya söz verip de tutamadığı her sözünden sonra kızgınlıkla odama çekilip saatlerce içim içimi yerdim…Neden, neden bir baba canından çok sevdiğini söyleyip durduğu oğluna verdiği sözleri tutmayı bir türlü beceremezdi!
Haftasonu sinemaya söz verir, unuturdu. Veya acil bir işi çıkardı.
Annemle bir aile pikniği planlardı, ev ahalisi iple çekerdik haftasonunu. Sonra pazar sabahı erkenden evden çıkıp gidiverirdi.
Kardeşlerimin ve benim hayalkırıklığımızı yatıştırmak, kaderini kabullenmiş anneme kalırdı:
“Polis arkadaşları geldi, önemli bir görev varmış yine. Ne yapmamı bekliyordunuz! Görev görevdir”
 Sonra, annem ve kardeşlerimle birlikte sahile iner, babamızsız piknik yapmaya çalışırdık! Babalarıyla futbol oynayan, mangal yapan, uçurtma uçuran çocuklara iç geçirerek…

Lunaparka, sinemaya, futbol maçlarına gitmek zaten hayaldi! Babamın söz verip de götürmediği bütün sinemaların hikayelerini sonradan okulda arkadaşlarımdan ağzı bir karış açık dinlemek yine bana düşerdi.

Bak, yine de sinema konusunda babamın hakkını yemeyeyim; sanırım o da çok isterdi gitmeyi. Ama zamanlamalarımız hep yanlış olurdu! Hatırlıyorum, bir kaç kez baba oğul sinemaya gitmişliğimiz vardır. Ama nedense filmin ortasında ya bir telefon ya da bir mesaj gelir, filmin sonunu getiremeden salondan apar topar dışarı çıkardık; beni eve bırakır bırakmaz "kahraman müdürümüz" yine sırra kadem basardı!
Evet, eve gelip gidenlerden duyduğum, babamın nasıl kahraman bir polis olduğuydu! Gurur duymalıydım! Hırsızların, kaçakçıların, kısaca “bütün kötü adamların” korkulu rüyasıymış babam…
Arasıra, kahraman bir polis müdürünün oğlu olmamın havasını da atıyordum doğrusu, başkomiser Servet Müdür’ün…
........
Bir sabah erkenden kalkıp da salona indiğimde dün akşam evimize ziyarete gelen babaannem, annem ve babamın birlikte sessiz ve biraz da gergin bir şekilde çay içtiklerini gördüm. Gece boyu uyumadıkları, uykulu gözlerinden belliydi. Babaannemin elinde dua kitabı vardı, dedem ise seccadesinde oturuyordu. Annem ve babamı ilk kez elele tutuşmuş görüyordum.
Dikkat çeken bu endişeli sessizliğe bir anlam veremiyordum. Annemin yanına oturdum, gözleri nemliydi. Kollarını omzuma attı. “Kahraman” polis babam da endişeli endişeli telefonuna bakıyordu.
Gözlerini benden kaçırdığını farkettim.
Kapı çalındı. Babam, annemın elini sıkıca tutup, “Sanırım geldiler” diyebildi. Kalkıp kapıyı açtı.
Kapımızda üç polis ve bir takım elbiseli kişi vardı. Babam yine o bildik görevlerinden birine gidiyor olmalıydı. Bu kez görev zor olmalı ki evdekilerin ağzını bıçak açmıyordu.

Babamın evden nasıl çıkıp gittiği göstermedi dedem bana. Elimden tutup içeriye çekti. Hızlıca pencereye koşup da bakınca, polislerden birinin babamı çok da saygılı olmayan bir şekilde arabaya itelemesi gözümden kaçmamıştı…Görebildiğim kadarıyla elleri de kelepçeliydi.
Çıkış o çıkış.
Babam günlerce eve gelmedi. Babaannem ve dedem bizde kalmaya devam ettiler, bir kaç akraba ve annemin arkadaşı da uğradılar, yemek ve bize küçük hediyeler getirdiler, annemin yüzü hiç gülmedi. Ev bir matemhane oldu, gelenler dua okuyup, başımı okşayıp gidiyordu. Zamanla pek kimse uğramaz oldu.
Haftasına varmadan, okuldaki arkadaşlarımın benimle daha az görüşüp konuştuklarını farkettim. Öğretmenlerimin de.
Hatta Türkçe hocamızın onca kişi ortasında yüzüme karşı, “Babanın nasıl bir hainlik yaptığını öğrendin mi bakalım” demesini hiç unutmayacağım! O gün kendimi eve zor attım.
“Hain mi? Kim?”
Annem de aynı dertten mustaripti. Apartmanda düzenlenen kadınlar gününe davet edilmiyormuş meğer bir aydır. “Zaten gidecek halim mi var” dedi. O beni teselli etmeye çalıştı bir süre, bu çocuk aklımla da ben onu.
....
İki ay sonra ben ve annem babamı ziyarete gittik.
Küçük kardeşlerim evde kalmıştı. Uzunca ve zorlu bir otobüs yolculuğundan, kapılarda beklemelerden, üst baş aramalardan sonra nihayet görebilmiştim babamı, kahraman Servet Müdür’ü! Eskiden başımı okşayan, tutup beni havaya atan polis abiler gitmiş, yerlerine bu abus çehreli kimseler gelmisti.
Aman Allah’ım bu benim babam mıydı? Ele avuca sığmayan, kendisiyle bir on dakika geçirebilmek için neler vermeyeceğim o adam gitmişti. Parmaklıkların arkasında, zayıflamış, süzgün ve mahcup biri duruyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, tuhaf bir şekilde sevimlileşmişti de.

O günü hiç unutamam! Dönüşte eve gelinceye kadar annem de ben de ağlayıp durmuştuk.
Okullarun kapanmasına iki ay daha olmasına rağmen okuldan soğudum,  bakkaldan ekmek, gazete gibi şeyler almak dışında sokağa çıkmıyordum bile. Dedem ve babaannem bizimle kalmaya devam ediyordu.
Onüçüncü doğum günüm evde biraz buruk geçti. Yeğenlerim bile gelmedi kutlamaya. O haftasonu hapishanede kutladık baba oğul. En güzel doğumgünü partim bu hapishanede kutladığımdır.
Artık sadece Pazar günlerini bekliyordum. İstanbul’u otobüslerle baştan başa geçip hapishaneye geliyorduk. Babamla aramdaki tüm engellerden, yollardan, otobüslerden, duvarlardan… nefret ediyordum.
Babam günden güne zayıflıyordu. O, gülmeye, bize güç vermeye çalışıyordu. İngilizcesini ilerletiyormuş içerde. Benim derslerimi soruyordu, şimdi ise ben geçiştiriyordum babamın sorduğu hoşuma gitmeyen soruları. Şu cümleler ağzımdan dökülüp gidiyordu:
“Dersler çok iyi, arkadaslarımla çok iyi geçiniyorum, kardeşlerime iyi abilik yapıyorum, anneme yardım ediyorum….”
Babam bir ara bana,

“Biliyor musun koçum, senin geleceğin günün gecesinde gözüme uyku girmiyor, yolunu dört gözle bekliyorum. Beni yalnız bırakmadığın için çok teşekkür ederim. Seninle nasıl gurur duyuyorum bir bilsen!”
“Ben de öyle baba, merak etme her Pazar geleceğim, söz. Annem hasta bile olsa yanıma birini bulup buraya geleceğim, söz!”
O an, babamın ilk kez ağladığını gördüm; dudaklarımdan ardı ardına dökülen “söz, söz” kelimeleri sanırım çok dokunmuştu ona.
Sımsıkı sarıldık. “Görüşme bitti” sözüne kadar.
“Baba” dedim, 
çıkarken, 
“Ben ne kahraman ne de hain bir Servet Müdür istiyorum. Ben babamı, seni istiyorum. Bir gün buradan çıktığında, kolkola girip de İstiklal Caddesinde sinemaya gidebileceğim babamı istiyorum!”

“Söz” dedi Servet Müdür. “Gün gelecek onu da yapacağız. Baba sözü.”

Monday, July 4, 2016

ŞEFKAT TOKATLARI VE HİCRET…



Risale-i Nur Hareketi’nde, sıklıkla okunan kitaplardan biri Lemalar’dır. 
Dili, üslubu, ele aldığı konular caziptir.

Külliyatın müellifi Bediüzzaman Said Nursi, enbiya kıssalarından, hastalık ve yaşlılık tecrübelerinden, Hareket içindeki kardeşlikten, hizmetinin genel umdelerinden söz eder Lemalar’da; kendisinin ve talebelerinin hayatından ilginç hikayelerle işler dini konuları...

Lemalar’da, sanırım, en sıklıkla ve severek okunan parçalardan biri 10.Lema, yani Şefkat Tokatları bahsidir.

Bediüzzaman’ın, “hizmet-i Kuraniye’de arkadaşlarımın beşeriyet muktezası olarak sehiv ve hatalarının neticesinde” maruz kaldıklarını düşündüğü Şefkat tokatları, Nur Hareketi’ne mahsus bir konsepttir. Bediüzzaman bu hususu kavramsallaştırmış, hareketinin önemli bir karekteristiği haline getirmiştir.

Benzer konsept, diğer dinlerde de vardır! Bela ve musibetlere birer İlahi ihtar ve ikaz olarak bakmak yaygındır dünya dinlerinde. 

Allah, Rahimdir, Kerimdir; ama aynı zamanda Adil’dir de…

Yine aynı gelenekten beslenen Fethullah Gülen de şöyle tanımlıyor Şefkat tokatlarını:

“Sevenin, sevdiğine, sevgi eksenli, onu doğru yola getirme maksadıyla, kulağını çekme, azarlama mânâsına gelen tatlı bir ikazdır.

Gülen Hocaefendi’ye göre böyle bir tokat  “o insanın ders almasına ve istikamet kazanmasına vesile olabilir”

Risalelerde geçen Şefkat Tokatları’nın anahtar cümlelerden biri şudur:

“Halbuki Hizmet-I Kuraniye’de bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Ta, ihlasla, ciddiyetle, hizmet-i Kuraniye’de bulunsun”.

Ve ekler, Bediüzzaman, “Hangi maksadım beni iğfale sevk etmişse, onun aksi ile tokat yedim”.  Bana göre meselenin bamteli işte burasıdır.

Mesela kardeşi Abdülmecid hakkında “ maksadının aksiyle şefkatli bir tokat yedi” der Bediüzzaman.

Talebelerinden kimisi, arkadaşlarının “manevi şerefini kafi görmez” şefkatli bir tokat yer, sonra ehli dünya,  kimi talebelerinin “zayıf bir damarından”, kiminin ise “safvet-i kalbinden” istifade eder; Nur talebelerine yine kendilerini intibaha getirecek bir şefkat tokadı yemek düşer.

Bediüzzaman, talebelerinin maruz kaldığı şefkat tokatlarından, onların da müsaadesiyle söz ederken oldukça temkinlidir.

Mesela “Hizmetin pek mühim bir azası” olarak nitelediği Hulusi Beyin maruz kaldığı Şefkat tokadını anlatırken, şunu da eklemeyi ihmal etmez: “Hulusi’nin kalbi çendan layetezelzel idi”.

.......

Şefkat Tokatları konseptinin psiko-analitik ve narratif terapi teorileriyle İslami perspektifli okumaları yapıldığında, ilginç sonuçlar vermesi muhtemeldir.  En azından, Utanç ve Suçluluk duygusu kavramlarıyla tahlile değer bir risaledir Şefkat Tokatları...

Şefkat tokadı, kişiye utanç yerine ondan daha hafif bir algılayış olan suçluluk duygusu verir; ona muhasebe ve sorumluluk duygusu aşılar.

Kişi, yanlış yaptığına inandığı bir eylem, bir davranış için cezasını bulduğunu, bu cezanın da Allah’tan bir ikaz ve ihtar olduğunu düşünür; dersini, ibretini alır, derlenip toparlanır.

Şefkat Tokadı’na inanmak -paranoya olmamak kaydıyla- teskin ve telkin edicidir. 
Kişi, değerlerine zıt bir davranış sergilediğine inandığından dolayı bir bela ve musibetle karşılaştığında, tevbe eder, af diler;  Allah’a iltica eder, onun hikmetine ram olur.
Kimse de hatadan hali değildir. Elverir ki hatasını görüp anlasın, yanlışından dönebilsin!

........

Bediüzzaman, kendi yediği Şefkat Tokatlarını anlatırken daha rahattır!
10. Lema’da kendisinin, kardeşinin ve yakın talebelerinini başından geçen 15 hikaye anlatır. Herbiri neredeyse birer paragraflık öykücükler. Kıssanın değil, hissenin nazara alınması gereken kısa anlatılar...

İlk önce, misal nev’inden anlattığı kendi hikayesinin anafikri şudur:

Ben şahsi kemalatıma odaklanmak istedim, ancak kader beni diyar diyar sürdü; maksadımın aksiyle tokat yedim.

Belli ki, Bediüzzaman, diyar diyar sürülmesinin hikmetini arıyor; bunu da Şefkat Tokatları olarak değerlendiriyor. Kader-i İlahi zulmetmez diyor. Kaderi tenkit etmiyor. Hayra yorması, güzel görüp güzel düşünmesi... Tam bir pozitif psikoloji!

....

Şu mahut süreçte de dünyanın her yerine olduğu gibi Kanada’ya da çok gelen kimse var. Birbirinden değerli, bulunduğu her yere ve ortama kıymet katacak insanlar...Farklı farklı hikayeler. Ağır travmalardan geçenler de var, daha rahat görünenler de...

Yaşlarına, başlarına bakmadan yurtlarını yuvalarını, mahallelerini, işlerini, akrabalarını, evlatlarını... terk etmek zorunda kalanlar. Macera peşinde değiller. Hizmetin kendilerine verdiği bir vizyonla, cesaret ve rahatlıkla bir arayış içindeler... Bir sevk-i İlahi ile  yer yer gezdirildiklerinin idrakinde mütevekkil bir halde çoğu!
Kendilerinden önce dünyanın her bir yanına, kendileri gibi hisseden kimseler gidip oralarda yerleşikleştiğinden, yeni gelenler ciddi zorluklarla da karşılaşmıyor. Gittikleri her yerde kendilerine ehlen ve sehlen hoşgeldiniz diyebilecek birileri var...O yollardan daha önce birileri bedeller ödeyerek geçmiş zaten!

........

Türkiye’de işler düne kadar güzeldi, rahattı. Maaşlar zamanında yatıyordu. Temizliğe çağrılan hanım, işlerin havale edildiği sekreterler...
Tayin çıksa da, ev aldık deyip gitmemeler...
Kıdem...

Mahalle değiştirmeler, sınıf atlamalar...
Kiralardan çıkılıp "nezih" semtlerde ev barklar...
Excel dosyalarındaki rakamlar büyüdükçe büyüyordu. 
Toplum nezdindeki itibara da diyecek yoktu...
Kalplerde sinsice “yuvalanan” şu hayat pek güzel bir şeydi doğrusu...

Sadece... belki arabanın modeli değiştirilmeli, artık tatile köye değil de Avrupa’ya uçulmalı, davetlerde en önlerden yerler ayrılmalı, hoşamedilerle mukabelede bulunulmalıydı...Hizmet değil mi, atlanır uçağa nerelere olsa gidilirdi...

Bu bahis uzun, bu hamur çok su götürür; zülf-i yare dokunmamak için kısa kesilmesi en hayırlısı...

............

Bediüzzaman, Lemalar’daki İhlas Risalesi'nin her onbeş günde en azından bir kez okunmasını tavsiye ediyor.

O yolun yolcuları, en azından bela ve musibet zamanlarında Şefkat Tokatlarını, yeniden taze bir niyet ve nazarla... okumaları da iyi olur.

Sadece, insanlar değil, bazen hareketler de şefkat tokatı yiyebilir! 

Bu, Fethullah Gülen’in yaklaşık 10 yıl önce dile getirdiği gibi bir “Cemaat enaniyetin”den de olabilir, bir Cemaat rehavetinden de...

10.Lema’yı....
okurken, sadece Bediüzzaman ve talebelerinin başından geçmiş hikayeler, menkıbeler gibi değil, kendi Şefkat tokatlarımızı anlamaya vesile olacak şekilde...

......

Ben de, belki, ileride o Bediüzzaman cesaretini ve açık yürekliğiliğini bulursam kendimde, yediğim onlarca Şefkat tokadını tadat ederim buralarda.


Evet, şu dünya denen misafirhanede, kişi çoklukla maksadının aksiyle tokat yiyor

Bir Kavmin Seyyidi mi dediniz? İki Ramazan Hatırası.

Kanada’da bu yıl da Ramazan yoğun geçti.
Özellikle Türk Kültür Merkezleri, Diyalog Merkezleri gibi kurumlar, birbirinden farklı Ramazan programları düzenledi. Ülke genelinde 12 şubesi olan Kültürlerarası Diyalog Kurumu programlarını iki ana başlık altında topladı:
  1. Farklı kurumlarla birlikte verilen iftarlar: Dini kurumlarda, polis, itfaiye merkezlerinde, çeşitli etnik gruplara ait toplum merkezlerinde, üniversitelerde ve farklı sivil toplum kuruluşlarında verilen iftarlar.
  2. Komşunla Tanış konsepti altında, Müslüman evlerine Müslüman olmayanların davet edildiği İftar ve Sahur programları.
Yine çatısı altında barındırdığı onlarca STK’sıyla birlikte Kanada genelinde faaliyet gösterenAnadolu Kültürleri Federasyonu da programlarını iki başlıkta topladı:
  1. Türk Kültür Merkezleri ve Türk eğitim kurumlarında, toplum üyelerine her akşam verilen iftar yemekleri, hafta sonları yapılan sahur programları.
  2. Kanadalı gayrimüslimlerle birlikte düzenlenen mahalle iftarları, şehir merkezlerinde organize edilen halka açık çadır iftarları…
Ben de yaşadığım şehir Kitchener’da ve aynı zamanda Montreal ve Toronto’da bu iftarlara katılma imkanı buldum. Gurbette Ramazan’ın sadece manevi değil, toplumsal faydalarından da yararlanmaya gayret ettim.
Geçtiğimiz gece, Anadolu Kültür Merkezi’ne sürpriz bir ziyaret gerçekleştiren, Bulgaristanlı, İranlı ve Pakistanlı akademisyen dostlarımla uzun uzun sohbet etme imkanı buldum. Özellikle İranlı ve Pakistanlı dostlarımla Ramazanın güzellikleri yanı sıra şu konuyu da irdeledik: Neden İslam Dünyası ahlaken tefessüh ederken, Kanada’daki seküler etik değerler, insanların belli açılardan tastamam İslamca bir hayat yaşamalarına imkan tanıyor? Herkes, Kanada’da gözlemlediği örneklerle katıldı sohbete: Kul hakkına azami riayet eden, kibar, yardımsever, doğru söyleyen, hakkı savunan, çalmayan çırpmayan….Kanadalılardan söz ettik örnekler sıralayarak.
Ben bu Ramazanda yaşadığım iki örnek sundum onlara. Burada sizlerle de paylaşmak isterim..
Birinci tecrübem:
Kültürlerarası Diyalog Vakfı, Wilfrid Laurier Üniversitesi’nde iftar programı düzenledi. İftara üniversiteden en üst düzeyde katılım oldu. Programın yapılacağı salona girdiğimde, iftara hala bir saat vardı. Salonda üniversitenin dekanı ile birlikte bir başka kimseyi daha gördüm. Birlikte tatlı bir telaşla masaları, sandalyeleri düzenliyorlar, masalara masa örtüsü ayarlama, çay, kahve gibi içecekleri hazır etmeye çalışıyorlardı. Dekan beyi tanıyordum ancak, diğer beyle sonradan tanıştım. Kendisi ana muhalefet partisinde liderlik yarışı içindeki bir milletvekili; Michael Chong. Belki de yakında Kanada Başbakanı olabilecek isimlerden biri… Kendisini nazikçe takdim ettikten sonra adeta bir ev sahibi gibi işine devam etti. Programın sonuna kadar kaldı ve tekrar masa ve sandalyelerin yerine yerleştirme işini tamamladı.
İkinci gözlemim:
Yaşadığım şehirde helal gıdalar satan modern ve büyük bir market var. Sahibi El Ezher mezunu alim ve mütedeyyin biri, Abdulkadir Kishki. Ailece iftara davet etti bizi. 15 kişilik bir iftar. Şehrin Belediye Başkanı da orada. Yemekler yendi, sohbet, çaylar… Belediye Başkanı Berry, son derece sempatik, rahat ve mütevazi bir insan; saatlerce orada kaldı. Hırvat göçmeni bir siyasetçi. Kanada’ya 4 yaşlarındayken gelmiş. Şimdi Belediye Başkanı. Hırvatistan-Türkiye maçlarını konuştuk. Berry, gece sonunda mutfağa gitti, ıslak bir bezle geri döndü ve başladı masaları silmeye. Dahası mutfağa geçti, bulaşığın başına. Ben resim çeker gibi oldum, gülümseyerek neden çekiyorsun dedi.
Hz. Peygamberin sözünü hatırlatmanın sırasıydı: “Bir kavmin lideri o kavmin hizmetkarıdır.”
Bu söz İslam beldelerinde ne kadar geçerli?
2013’te Türkiye’ye gidince, Meclis’e uğramıştım. Milletvekillerinin o devletlü hallerini gördüm. Meclis bahçesinde alay-ı vala ile salınmalarını… Sonra, gerek devlet, gerek özel üniversiteleri ziyaret ettim, oralardaki sekreter, odacı, çaycı, şoför teşrifatını, bürokrasisini gördüm. Rahatsız oldum.
O hadisleri, kelam-ı kibarları hatlarla yazdırıp çerçeveleterek odalarımızın baş köşesine asmakla olmuyor beyler.

Saturday, July 2, 2016

Hizmet ve Üslup Hakkında Bazı Mülahazalarımı Şamildir -1

“Şahsın üslub-ı beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir
                                                                              Said Nursi

Eskiler üslub yok esalib vardır demişler.
Sonra, usül esasa mukaddemdir demişler.
Söyleyişin, söylemin önüne geçtiğini, veya en az onun kadar mühim olduğunu vurgulayagelmişlerdir. Bu meyanda, gerek sözlü kültürümüzde, gerekse hikemi divan edebiyatımızda zengin bir müktesebat var! Oralardan üslup kuramları çıkarılabilir.
......
Gelelim yazımızın başlığına: Hizmet ve üslup.
Hizmet Hareketi, nev-i sahsına mahsus ve münhasır bir hareket.
Bidayetinden itibaren, diline ve üslubuna özen göstermiş bir hareket. Yaklaşık olarak yarım asırlık tarihinde, kendi içinde dil, üslup ve kültür karekteristikleri vücuda getirebilmiş bir hareket…
…….
Malum süreç’te hareketin dili ve üslubu sorgulandı. Hareketin hem içindekiler, hem de dışındakilerce... Evet, hep tartışılıyor: Hizmet Hareketi, süreçte algıyı iyi yönetemedi. Halka hitap eden mesajlar üretemedi. Kimi zaman çok yumuşak, kimi zaman da çok sertti!

Geçen üç yıllık zaman zarfında, Hareket’in dil ve üslubunun siyasette, matbuatta, halk nezdinde, Hareket’e gönül verenlerin kendi aralarında….nasıl ve hangi suretlerde biçimler aldığını görme imkanları elde ettik; bu dil ve üslubun hangi mahiyetlere bürünebildiği, esnekliği, rijitliği hakkında genişçe gözlem ve malumat sahibi olduk. İleride bu önemli malzeme daha iyi değerlendirilecektir.

…….

Öncelikle şunu kaydedelim ki, Hizmet Hareketi’nde tekelci bir sesin olmadığı, bilakis çeşitli üslupların, telakkilerin, kavrayışların, tavırların… sözkonusu olduğu ayan beyan görüldü. İlahiyatçı ile Sosyal Bilimci vakaları gayet tabii birbirinden farklı değerlendirdi. Bakalım, bunun tastamam bir zenginlik olduğu kayıtsız şartsız, önyargısız… ne zaman kabul edilecek!

Hareket’in dilini belirleyen iki üç temel unsur var: 
Risale-i Nurlar, 
Fethullah Gülenin yazı ve sohbetleri, 
Hareket medyası, hassaten de Zaman Gazetesi ve Sızıntı Dergisi…

Bu dil ve üslub, Türkiye’deki diğer dini cemaat ve gruplarla mukayese edildiğinde kısmen kristalize olmuş bir dil ve üslubtur; genel anlamda da, istisnaları olmakla birlikte, gerek kelime kadrosu, gerek cümle kurgusu, yapısı, tonlaması... ile emsallerinden üst düzeydedir denebilir. Kendi içinde kodları, özel anlamları ve anlaşma ve anlama biçimleri de ihtiva eden kapalı mahiyetli bir dil. Sembolleri, ritüelleri, mecazları, istiareleri, teşrifatı… da olan…
Bilenler bilir, bu dilin asıl şekline ben, “letafetli ve halavetli, maneviyat debisi yüksek bir lisan”; mihaniki ve rutin şekline ise, Hizmet Dili ve Edebiyatı diyorum. Ki bu bir bahs-i diğer.

…..

Yine bir bahs-i diğer husus da, bu dilin, irfan üretebilme ve daha otantik münasebetler inşa edebilme kabiliyeti omasına rağmen, yaran arasında araba sigortaları, ev mortgageleri, barbekü muhabbetleri, genel ailevi ve siyasi meseleler gibi harcıalem konular dışına çıkıp daha derin, tatminkar ve özgün sohbetlere, musahabe ve müzakerelere hangi düzeylerde vesile kılınabildiğidir!

……

Kişinin ahlakı ve gerçek karekteri öfke, telaş, panik, stres…gibi anlarda ortaya daha iyi çıkıyor ya, sosyal hareketlerin de öyle.
Havuz medyasının kara propaganda ve iftiralarına, Hizmet Hareketi’nden kimi insanlar, özellikle sosyal medyada, aynı üslupla cevap verme yolunu ihtiyar etti. Arsız kadar cesur olamayacaksak yaklaşımı, Hizmet’in o bildik dengeli ve dengeleyici üslubunda kimi tavizlere sebebiyet verdi. Acizane, başından beri üsluptan taviz vermeden, söylenmesi gereken her şeyin söylenmesi yolunu tercih ettim. İşte bu üslubun ne ve nasıl olması gerektiği de yeterinde ele alınmadı, irdelenmedi. Ortalıkta sadece düşünceyi boğan üslup zaptiyeleri türedi.

Yine de insafla kaydetmek gerekir ki, bunca çirkeflige ve ağza alınmayacak küfürlere, tezyif ve tahkirlere rağmen, Hizmet Hareketi’nden bir kaç minor misal müstesna, küfür işitilmedi. Bu tür muarazalarda üslubumuz namusumuzdur sözüne umumiyetle sadık kalındı.

Sürecin başlarında kısmen daha agresif ve savunmacı bir üslup sergiyen Hareket, zamanla maruz kaldığı tüm zorbalıklara rağmen, kimi zaman daha umarsız, nüktedan ve müstağni, kimi zaman da zalimin pervasızlığına ve aymazlığına cevaben daha cesur bir dil ve üslup koydu ortaya.

…….

Fethullah Gülen, dil ve üslupta, bütün bir dini heyecan ve helecanına rağmen, mülayemet ve kavl-i leyyin sahibi bir hatip.
Yayımlanan kimince mülaane kimince de beddua olarak tavsif edilen sohbeti,  Havuz medyası tarafindan başarıyla kara propagandaya malzeme yapıldı. Bu sohbet de Hareket’in süreçte tonunu, dil ve üslubunu belirleyen önemli parametrelerden biri oldu: Zulmü, Allah’a havale eden meydan okuyucu bir üslup.

….

Hizmet ile kurumsal bir irtibatı olmayan ama kendisini Hareket içinde gören veya Hareket’e sempati besleyen kimi insanların da, özellikle sosyal medyada “uygunsuz” dil ve üslup kullandıkları görüldü. Bu da Hizmet’teki çoğunlukça tasvip edilmedi.
Üslupta ayarı tutturamayan kimi genç kuşaklar, Hareket’in “ağır ve tecrübeli  abileri”nce eleştirildi. Ama sosyal medya çağında, post-postmodern çağda herkes herşeyi söyleyebilmekte.
Hizmet Hareketi içindeki çoğunluk, daha önce sosyal meselelerle ilgili olarak sıklıkla kullandığı yuvarlak, yüzeysel, komplocu bakan genel ifadelerden uzaklaştı; onun yerine daha net ve anlaşılır konuşmaya başladı.
Evet,idare-i maslahattan içtinap edilmeli. İnsanlar birbirleriyle daha cesur konuşmalara, önyargısızca, empatiyle girişebilmeli, dahası birbirini sonuna kadar dinleyebilmeli. Üslub sadece konuşurken değil, belki de en güzel dinlerken belli oluyor.


Üslub-i beyan aynıyla insandır diye tercüme etmiş Recaizade Bacon’dan.
Üslubumuz sadece namusumuz değil, tastamam kendimizdir de...
Bununla birlikte,artık üslup tartışmalarının bir adım ötesine geçilmeli.
Herkes istediğini üslub-i münasiple beyan edebilmeli.  Kimse kimsenin sadakatini sorgulamamalı, çetelesini tutmamalı.

Yukarıda da değinildiği üzre, tebarüz etti ki, Hizmet’te birden fazla ses var, binlerce ses var.
Ne büyük bir zenginlik! Bu çeşitlilik Hareket’in birlik ve beraberliğini bozmaz; onu amacından saptırmaz, bilakis şakirdan arasındaki uhuvveti ve münasebetleri güçlendirir; Hareket’in gidişi daha sağlam bir istikamete sokar. 50 yıllık Hareket, bu olgunlukta ve keyfiyette. Üslubun haddinden fazla önemsendiği ortamlarda sadece düşüncel durağanlık yaşanmaz, alınma, gücenme de çok olur ve otantik münasebetler kurulamaz. Büyüme olmaz, daralma olur!



Sunday, June 26, 2016

SÜRGÜNDEKİ "HİZMET" AYDINI -1

“Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden
Bir çok seneler geçti dönen yok seferinden." 
                                                                Yahya Kemal

İhsan O. Anar sürgünü ve sürgünlüğü tanımlarken, "Ait olduğunuz bir yerin gerçekten var olduğuna ve bizzat kendinizin de orada olmadığına inanıyorsanız, hepsinden öte, oraya erişmenize engel olan biri ya da bir şey varsa, kelimenin basit anlamıyla sürgündesiniz demektir." diyor. 

Türk Dil Kurumu sözlüğünün sürgün maddesinde de "Ceza olarak, oturduğu çevreden çıkarılıp başka bir yere gönderilen kimse" yazıyor.

Dilimizde sürgünlük için daha önceleri kalebent, ikamete mecbur, nefy, menfi, menfa, teb‘id, mevkuf gibi kelimeler de kullanılmıştır. Mesela müzmin sürgünlerden mutasavvıf şair Niyazi-i Mısri  Rodos’ta, vatan şairi Namık Kemal de Magosa’da kalebent hayatı sürmüşlerdir. Tarihimizde Kütahya, Bursa, Adana, Çorum, Trablusgarp, Bağdat, Akka, Rodos, Malta, Sinop gibi şehirler sürgün beldeleri olarak anılagelmişlerdir.
 
Edebiyatımızda
sürgün, sürgün edebiyatımız, edebiyat - sürgün münasebeti layıkı veçhiyle ele alınamamış bir konudur Türk edebiyatı tarihinde. Aslında, genel olarak bakıldığında yabana atılamayacak kadar malzeme olduğu da görülecektir. 

Edebiyat tarihimizin meşhur sürgünleri arasında, Abidin Dino, Ahmet Ağaoğlu, Abdullah Cevdet, Ahmet Hilmi Şehbenderzade, Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Emin Yalman, Aka Gündüz, Ali Kemal, Ali Suavi, Aziz Nesin, Celal Nuri İleri, Cevat Şakir Kabaağaçlı, Ebuzziya Tevfik, Hüseyin Nihal Atsız, Hüseyin Cahit Yalçın, Mehmet Emin Yurdakul, Namık Kemal, Refik Halit Karay, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Ruhi Su, Sevgi Soysal, Salah Cimcoz, Said Halim Paşa, Süleyman Nazif, Yusuf Kamil Paşa, Yılmaz Güney, Yusuf Akçura, Zekeriya Sertel, Ziya Gökalp, Nazım Hikmet, Orhan Pamuk gibi yüzlerce isim vardır.

Sürgün özünde çeli
şkileri, zıtlıkları, rahatı, rahatsızlığı, sevinci, hüznü, uzaklığı, yakini, endişeli bir bekleyişi, bilinmezliği barındıran ağır bir kelimedir.  Basit anlamıyla, ıslah-ı nefs edinceye kadar belirlenen bir yerde, genellikle de gözden uzak gönülden ırak bir beldede, ikamete mecbur edilmektir. 

Neşeli ve müzmin sürgünümüz Refik Halit, sürgündeyken kaleme aldığı Memleket Hikayeleri adlı eseinde, Yatık Emine adlı hayat kadınını 'ıslah-ı nefs’ etmek üzere Haymana ovasında bir kasabaya gönderir. Fakat Yatık Emine de "Can çıkar huy çıkmaz" misali tıpkı Refik Halit gibi nefsini bir türlü ıslah edemez. Anadolu'yu diyar diyar gezen Refik Halit, nitekim iflah olmaz bir muhalif olarak hayata veda etmiştir ve sürgün edebiyatımızın en yetkin örneklerini kaleme almıştır. O sürgünleri yaşamasaydı Refik Halit, sürgünde kaleme aldığı Memleket Hikâyeleri ortaya çıkar mıydı acaba!

Kimi zaman siyasal şartlar ülkenin aydın kesimini, yazarlarını doğup büyüdükleri, ruhen, zihnen ve bedenen beslendikleri topraklardan koparır.  Mesela, Naziler sözde ari Alman olmayan yazarları ve sanatçıları tespit edip yasaklılar listeleri oluşturmuşlardı! Yazar ve yayıncıları ayrımcı propagandalarıyla baskı altına almaya çalıştılar. İktidarlarında, kendilerini bila kaydü şart desteklemeyen yazar ve akamisyenlere karşı baskı ve zulmü arttılar. İstenmeyen yazarlara, yayıncılara ve basın kuruluşlarına karşı saldırganlıklarını artırıp, onlara çok ağır yasaklar getirdiler. Nazi tehlikesinden sağa sola kaçmak zorunda kalan okumuş kesim gittikleri ülkelerde geçinmek için her türlü işlerde çalışmak zorunda kaldılar.

Osmanlının son dönemlerinde de çok sayıda siyasi sürgün, İstanbul’dan uzaklaştırıldı,  imparatorluğun en ücra köşelerine sürgüne gönderildi.  Sultan Abdülhamit ve İkinci Mahmut devirlerinde İstanbul’dan birçok kimse haklarinda gelen jurnaller üzerine, merkezden uzaklaştırıdı, etkisizleştirilmeye çalışıldı.

Mesela, Divan şairi Keçecizade İzzet Molla, Sultan 2. Mahmut tarafından Keşan'a sürülmüştür. Molla Efendi, orada geçirdiği günlerini, yaşadığı sevinç ve üzüntülerini, gözlemlerini ve izlenimlerini MihnetKeşan adlı mesnevisinde şöyle dile getirmiştir:

“Felek benden aldı diğer intikam
Kesildi vatandan selamü peyam
Çekip bam-ı gamdan nice hay u hu
Ederdim kebuterliği arzu…”


Keçecizade, feleğin
zalimler eliyle kendisinden öç aldığını, kendisinin ise bir güvercin olup gurbetteki bu gamdan, kasavetten kurtulmak istediğini söyler.

Yine, Namık Kemal, Ahmet Mithat, Ebuzziya Tevfik, Menapirzade Nuri, Bereketzade İsmail Hakkı 1873 yılında 'muzır neşriyat' yapmaktan ayrı ayrı yerlere sürgüne gönderilerek aralarındaki irtibat da kesilmek istenmiştir. A. Mithat ve Ebuzziya Rodos'a, N. Kemal Magosa'ya, Nuri ile Hakkı da Akka'ya sürülmüşlerdir. N.Kemal'in Vatan Yahut Silistre piyesinin seyirciler üzerinde uyandırdığı etki, asıl sürgün nedenidir. Sicili de çok temiz olmayan vatan şairi, "muzır neşriyat" larına sürgün olarak gönderildiği diyarlarda da devam etmiştir. Diğer sürgünlerin suçuysa "Vatan Yahut Silistre" müellifinin yakınında yer almalarıdır. 

Magosa'daki sürgünlüğünde N.Kemal, yazı hayatının en velud dönemini yaşar. Akif Bey, Zavallı Çocuk, Gülnihal, İntibah, Kasagelo adlı eserleri hep bu sürgünün meyvelerindendir. Hiçbir hapishane, sürgün vesair mahrumiyetler hüriyet şairini, o tutkulu mücadele adamını, dizginleyememiş ve milleti yolunda hizmetten ve azimetten bir an dur edememiştir.

Merkezden uzaklaştırılarak
, çeşitli yerlere sürülerek etkisiz hale getirilmek istenen Osmanlı aydını, kendilerine kucak açan Mustafa Fazıl Paşa'nın maddi destek ve teşvikiyle soluğu Avrupa'da almışlar; oralarda toplanarak, Avrupa'nın çeşitli şehirlerinde bir güç merkezi oluşturmaya çalışmışlardır. Abdulhalim Memduh, sürgüne gönderildiği Trablusgarp'tan Paris'e geçmiştir. Ali Kemal de sürgün bulunduğu Halep'ten Paris'e kaçmanın bir yolunu bulur. Bu şekilde Paris'i tercih eden çok sayıda Osmanlı aydını arasında Dr. Abdullah Şakir, Bekir Fahri de sayılabilir. Bu sürgünler, öncekilerin (Kemal Şinasi, Ziya Paşa, Suavi) yaktığı hürriyet ateşiyle sürgün yaralarını dağlamışlardır ve oralarda da araştırmaya, tefekküre ve neşriyata devam etmişlerdir.

II. Abdülhamit döneminin sosyal ve siyasi havasından bunalan bir grup yazar, şair (T. Fikret, H. Kazım, M. Rauf...) ise muhayyel bir alem peşindedir. Aileleriyle birlikte Yeni Zellanda'ya gitmeyi ve orada yaşamayı tasavvur etmektedirler. Düşündükleri gibi olmaz. Sonunda Fikret, Boğaz sırtlarına çekilir, planını kendisinin çizdiği Aşiyan'ında adeta bir iç sürgün yaşar.

Osmanlı'nın son sürgünleri de Malta sürgünleridir. 1919 baharında Malta'ya gönderilen sürgünler arasında kimler yoktur ki: Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit, Ahmet Emin... Sözde "savaş suçlusu" tam 144 kişi... Devlet-i Aliye, Cumhuriyet sürgününü verince Malta sürgünlerinin de menfilikleri son bulur.

Cumhuriyetin ilk yıllarında resmi ideolojiyle geçinemeyen bir gi
zli sürgünler grubu da vardır. Bu aydınlardan bir kısmı, Milli Mücadele'de çok önemli görevler de üstlenmiş, yararlılıklar göstermiş olmalarına rağmen, sonradan küsmüşler, küstürülmüşlerdir. Bunlardan Akif, Halide Edip gibi zoraki bir gönüllülükle yurt dışına sürgüne giderken, Said Nursi gibi yurt içinde belde belde sürgünlerde, mahkemelerde dolaştırılanlar ve Y. Kemal, Ruşen Eşref, Yakup Kadri gibi yukarıdan gelen bir emirle elçi yapılarak taltif yoluyla teskin edilenler de vardır.

Bir de ikamet ettiği muhitten ayrılmadan sürgünlük yaşayanlar vardır. İçlerine, kendi kabuklarına çekilenler... İç sürgünü yaşayanlar... Çoğalanlar... I. Berk, B. Necatigil, A.Haşim gibi...
Yaşama alanlarını daraltan, odalarınd
a sürgün hayatı yaşayan "kendine sürgünler".

Sürgün, vatandaşlıktan atılmak, yurtsuz yuvasız bırakılmak anlamlarını içeren nahoş bir kelam. Kişinin doğup büyüdüğü yerleri, eşi dostu geride bırakması, belki onları bir daha hiç görememesi çok zordur!

Hele o sürgün aydın, okuyup yazan, düşünen biri olursa... bu “müfarakat” daha da çetindir.! Yeni ülkesinde bir yabandır o. Güvende hissetmez kendini. Tedirgindir. Yalnızdır.

Ancak, zihnini, maddi ve manevi imkan ve melekelerini iyice derleyip toparlayabilirse gurbetteki aydın, etki gücünü en üst düzeye çıkarabilir. 
Ülkesinden ayrı kalmasının onu özgürleştirici, eyvallahsızlaştırıcı, yüreklendirici bir rol oynayabilir! Ruhen ve zihnen derinleşir, eşya ve tabiata duyarlığı artar, hadiseleri sorgulamaya başlar. Bir yere ait olmaması ona zengin bir perspektif kazandırır.  Yaratıcılığını kışkırtır. Kayıplarını, arkada bıraktıklarını yazarak arar; yüklerinden azade olur, kaybettikleriyle zenginleşir, hafifler.

Kabul; uzun bir süre. sürgüneki aydın kendisine dar edilen memleketinden kopamaz. Ülkesine dair hayalleri, heyecanları sönmek bilmez bir türlü! Ülkesine hizmeti sadece oranın sorunlarıyla hemhal olmaktan ibaret gördüğü dönemler yaşar. Uzun süre, ülkesinden niye koptuğunu, koparıldığını sorgular öfkeyle; bir gün ülkesine döneceği günün hayaliyle yaşar.  Kendisini anayurdun dışında yaşadığı yerlerde, yabancı dilde kültürde rahat hissedemediğinden, ortalama bir göçmenden daha çok kimlik sorunları, varoluşsal sorunlar, uyum sorunları yaşar. Farklı dil ve kültür evreninde özkültürüyle sağlıklı bir münasebet tesis edemezse, zamanla özüne yabancılaşma riskiyle de karşıkarşıyadır!

Sürgün için, edebiyat, en güvenli limanlardan, en mütmanin teselli ve ilham kaynaklarından biridir.
Yazmak ve okumak en etkili terapi biçimlerindendir onun için. Yaza yaza dağıtır efkarını, acısını hafifletir, alışmaya çalışır gurbet ellere, var olmaya çalışır...
Bu yüzden, sürgündeki yazarın yazdıkları genellikle kendine ve ülkesine dairdir, otobiyografiktir, dönüp dolaşıp kendini anlatır, arar…hatıraların ışığında gurbette kendini yeniden kurgular.

Mesela, Bodrum’a kalebent olarak gönderilen Halikarnas Balıkçısı adıyla da bilinen mavi sürgün Cevat Şakir Kabaağaçlı orada yepyeni bir hayat kurar kendisine; yepyeni bir evren. Memleketin bu kuytu köşesinde artık “huzurlu mu huzurlu”, üretken mi üretkendir.

Aziz Nesin de sever sürgünlüğü:
“Size o günlerin acı, çok acı olduğunu söylemeyeceğim. En acı günler bile üzerinden yıllar geçtikten sonra, dalında dura dura ballanan meyvalar gibi tatlılaşıyor. Şimdi, sürgünde geçen o acı günlerimi andıkça gülüyorum. Anlatınca da dinleyen gülüyor. Anlatamadıklarım, anlattıklarımdan çoktur. Bakın ben sürgünde neler çektim demek istemiyorum. Bunu söylemek de, düşünmek de ayıp” (Nesin 1997)

Tuhaftır, edebiyat tarihinde başarılı yazarların ekserisi kendi ülkelerinde horlanan, saygı görmeyen, eleştirilen ve sürülen kimseler arasından çıkmıştır. İşte Zola, Dante, Voltaire, Byron, V. Hugo, Oscar Wilde, T.S. Eliot, Hemingway... sadece bir kaçı.

V. Hugo, III. Napolyon’a olan muhalefeti sebebiyle terketmek zorunda kalır çok sevdiği Fransa’yı. Gittiği her yerde jurnallenir, “bir şaki gibi” takip edilir; zamanla Avrupa’nın bir çok ülkesinde istenmeyen adam ilan edilir. Hayatı sürgünlüklerde geçen yazar, Sefiller’i sadece yazmamıştır, yaşamıştır da…

Hizmet Hareketi'nin de entelektüel kesimi bugün daha çok yurtdışında.
Dil bilenler, öğrenenler, usül erkan bilenler, dünya görmüş kimseler çoğunlukta…
Batı Üniversitelerinde hocalık pozisyonları elde edenler, akademi kariyer yapanlar, yeniden üniversite hayatına başlayanlar...
Aralarında eli kalem tutan, tutma kabiliyeti ve isteği olan çok isim de var. Sosyal medya da düşüncelerini, hayallerini, duygularını açıklıkla, cesaretle ifade edebilecekleri imkanlar sunuyor kendilerine…

Bu kişiler, oralarda zamanla yerleşikleşecekler; her ne kadar tamamen unutamasalar da, artık Ankara’yı, İstanbul’u, Türkiye’nin kısır siyasetini düşünmek yerine, mukimi oldukları beldelerin yerel meseleleriyle iştigal edecekler... Misafir olarak bulundukları ülkelerin dillerini, kültürlerini öğrenecekler. Ufukları genişleyecek, görgüleri artacak zenginleşecekler.
Bir araya gelip yayın platformları oluşturacaklar. Sesleri yerellikten kurulup evrenselleşecek, eskiden sadece Türkiye’ye hitap ederlerken şimdi dünya ile hemhal olacaklar. Aralarından nice yazarlar, bilimadamları....çıkacak.
Dergiler, gazeteler, internet siteleri açacaklar. Bunlar için kimseden bir tensip, talimat ve yardım beklemeyecekler. Hizmet Hareketi’nin temel umdeleri ışığında, bağımsızca düşünceler ürtecekler, sanat icra edecekler…Mesela Nazi zulmünü en iyi anlatanlardan Eli Wiesel, Primo Levi, Helene Berr gibi kalemler çıkacak aralarından.
Mesela büyükbabası Türkiyede zulme uğramış biri, otuz kırk yıl kadar sonra, Anne Frank etkileyciliğinde, içtenliğinde yazılmış annesinin günlüklerini çıkaracak gün yüzüne ve zülmün tarihini sil baştan yeniden yazacak, anlatacak...Yine, polis babası apar topar sürgünden sürgüne gönderine bir çocuk, Tatiana de Rosneyin kaleme aldığı bir Sarahs Key tadında romanlar yazacak, filimler çekecek...
Ezcüle, Hizmet Hareketi’nin aydın kesimi yurtdışında hayata küsmez, rehavete kapılmaz ise, kalitesine kalite katar. Sesi daha gür, bu sefer evrensel çapta çıkar. Yerini yurdunu terketmek, kerhen sürgün olmak (siz buna hicret de diyebilirsiniz) siyasal baskıların sebep olduğu psikolojik travmalar yaşamak aydın kesim için çok önemli kazanımlara vesile olabilir.

Ruhlar, zihinler, dimağlar, zorluklarla, çetin imtihanlarla birlikte terakki eder, kemale erer; ve ergeç meyvelerini verir.

Friday, June 17, 2016

Gurbetler Vatanlaşırken…



Öldüm ve bir bahçeye gömüldüm” 

                                                  Mustafa Kutlu


Liselerde edebiyat öğretmenliği yaparken, öğrencilerime önerdiğim Ahmet Hamdi Tanpınar, Refik Halit Karay ve Tarık Buğra gibi sevdiğim yazarların roman ve öyküleri yanısıra, bir yazarımızı daha özellikle anar, eserlerinden örnek okumalar yapardım; böylelikle genç okur da güncel bir edebiyat adamını tanımış oldurdu. Bu öykücümüz Mustafa Kutlu’dur.

Temiz dili ve rahat üslubu, Kutlu’nun her yazdığı okutur.
Onun öykülerinde çocukluğumu ve gençliğimi, seksenlerin İstanbul’unu, Anadolu’nun az çok aşinası olduğum insanlarını bulurum.
Şu anda, elimdeki yegane Kutlu kitabına, Beyhude Ömrüm’e baktım bir kez daha. Ne hüzünlü bir “bahçe” öyküsü!

Yazar, köyden şehre göçü anlatırken, hayatın faniliğini, gurbetteki düşkünlük hallerini, iki arada bir derede  kalmışlıkları, gurbet ile sıla arasındaki gelgitleri işliyor hüzünlü bir dille.
Aile, evlilikler, köylüler arasındaki münasebetler, baba ile oğul ilişkileri, gidenler ve dönmeyenler; gurbeti vatan eyleyenler…

Çılgın bir köylünün, Çavuşunoğlu’nun, kıraç bir araziden su çıkarması, oraları yeşertmeye çalışması, o dağ başında bir meyve bahçesi kurabilmek için verdiği uğraşlar; sonuçta bahçeyi kurmasına rağmen, yine de aradığını bulamamış olması, tüm emeklerinin boşa gittiğine inanması…
Çavuşoğlu, vizyon sahibi bir çiftçidir.
Daha suyun damlası yokken ortalıkta o, rengarenk bir bahçe hayalleri kuruyor. “Yedi köy bu bahçeyi parmakla gösterecek” diyor.

Çavuşunoğlu o kıraç araziyi ihya eder etmesine de, neden sonra farkeder ki, etrafında neşesini paylaşacak pek kimse de kalmamıştır! Köyün o eski neşesinin yerinde yeller esmektedir. Ölümler, köyden kente göçenler...

Çoluk çocuk İstanbul’a gitmiştir. Bir gün köye dönecekleri hülyasıyla bir bahçe için ömür tüketen Çavuoğlu’nun çocukları da köyden ayak kesmişler, artık bayramlarda seyranlarda bile uğramaz olmuşlardır babaocağına. Onların hikayesi Çavuşoğlu için tam bir “yerinde sağolsunlar”dır. Köyde kök salmaları için sarfettiği tüm gayretlerine rağmen, çocukları gurbet elleri yurt bellemişler, uzak diyarlarda iş güç edinmişler, çoluk çocuğa karışmışlar, kentli olup çıkmışlardır.
Şehir hayatında beyhude olup giderken ömürleri, artık hiç birinin aklına, o meyve bahçesindeki kara dut ağacının altında gözleri asfalt yolda, torunlarını bekleyen babaları, Çavuşoğlu gelmemektedir!
Hem, bahçesini görüp beğenecek, kadir kıymet bilen köyün yaşlıları da birer birer ahiret yurduna göçmüşlerdir.
Beyhude Ömrüm’de, bir köyün yavaş yavaş boşaldığını, terkedildiğini görmek, köyün o eski hey gidi günlerinin, şatafatlı düğünlerinin, cıvıl cıvıl çeşme başı sohbetlerinin yerinde yeller esmesi, köyün sokaklarına derin bir sükutun sinmesi...

Ömür dediğimiz....nerden baksan gerçekten de beyhude bir meşgaleden başka ne ki!
Her şeye rağmen, köylerimizde hala Deli Derviş gibi iyi huylu, yardımsever kimseler elbette vardır.  Emrullah Hoca gibi, mütevekil, uhrevi bir titizlikle vakit namazlarını kıldırmaya devam eden imamlar…  Ve Muhtar Halil gibi bir karış toprağa göz diken muhteris kimseler, bugün de köylerimizde yaşamaktadır. Kabul ediyorum Türkiye’nin, o caanım Bu Ülke’nin, toprağın kıymetini bilen Çavuşoğlu gibi memleket adamlarına ihtiyacı var.

…..

Kutlu’nun bu öyküsü beni ilk gençliğime götürdü. Şehre göçümüze… İstanbul’un orta yerindeki Kalenderhane Camii sokağın o asır-dide ahşap evine…Vefa Lisesi’ne devam ederken, Süleymaniye, Beyazıt, Vezneciler civarında ürkek ürkek dolaşıyor; bir taraftan dünyanın bu en güzel şehrini günbegün daha çok tanıyıp seviyor, bir yandan ise yaz gelse de Biga’nın domates tarlalarına koşsam, tarlada güzel bir iş becerip de Mustafa dedemin gözüne girsem, sonra Emine ninemin her Cuma öğle yemeğine hazır ettiği kurufasulyeden yesem diye hayaller kuran… o oniki yaşındaki çocuğa götürdü beni Beyhude Ömrüm.

İstanbul’un çilesini çeken anne ve babamın da en büyük hayalinin çoluk çocuk okuduktan sonra, bir gün köye dönmek olduğunu, kendi aralarındaki konuşmalarından biliyordum.
O yıllar, Kutlu gibi söyleyelim,  “içimizde hep bir yoksulluk”
Ne mutludur annem ve babama ki, günü geldi, köye, “eve” dönebildiler.

......

Ya biz şimdi nerelerdeyiz? Kanada’da, Kenya’da, Kırgızistan’da, Brezilya’da, Almanya’da, Amerika’da…
Daussıla hissinin bizi en çok vurduğu şu Ramazanlarda…

Bilirim ki, bencileyin gurbeti yoğun duygularla yaşayan, kendini hala bir nebze “araf”ta hisseden çok insan var. Düçar olduğumuz zaman ve mekana bağlı ruhsal paradokslarımıza rağmen, sanırım, hepimizin kendimizi daha rahat ve ait hissettigimiz; gamdan gussadan  azade olabileceğimiz muhayyel bir mekan var.

Üzerimize gelen binalardan kaçmak istedigimiz, şu trafikten, kaostan… dünyanın bilmem hangi coğrafyasında sıkışıp kaldığımız dört duvar arasından kaçıp sığınaçağımız o asude mekan...Haşim’in deyimiyle bir “O Belde”.

İşte o mekan benim için hep doğup büyüdüğüm köy gibi göründü uzun yıllar; hem İstanbul’da, hem Ankara’da hem de Kanada’da yaşarken…Önünde sonunda bir gün ben de köye dönecektim! Ne ki son üç beş yıldır, artık pek oralarda değilim.

…….

Diyeceğim şu ki, gurbet artık o eski gurbet değil benim için, daussıla hisleriyle yanıp kavrulduğum… Gurbet büsbütün bir vatan oldu bana…

Artık, “Bir gün döneceğim” duygusuyla, kendimi dışarda bir yabancı, adeta bir turist gibi hissetmiyorum. Ayaklarım bu topraklara daha sağlam basıyor son zamanlarda.
Şimdilerde etrafımda kiminle konuşsam, kendilerini günbegün bu topraklara daha fazla ait hissettiklerini görüyorum.

Buralara fazla kök salmadan, üç beş yıl yaşayıp uygun bir yolunu bularak memlekete geri dönme hesapları yapan “en milliyetçi” kimselerin bile, “Canada is a great country, people are nice, I love this country” gibi cümleleri daha sık kurduğunu, buralarda artık temelli yaşamaya karar verdiklerini görmekteyim!

İnsanlar, dün başörtüsünden mağdur olmadı buralarda, bugün de sırf bir düşünceye, inanca gönül verdiklerinden işlerini kaybetmiyor, zulme maruz kalmıyor, işyerleri müsadere edilmiyor. Kapılarını ansızın bir polis çalmıyor. Suçsuz yere mapusane damına düşmüyorlar. Haklarını medenice, insanca savunabiliyorlar.

Türkiye’nin son zamanlarda içine düştüğü sosyal ve siyasal haller, Kanada’da yaşayan Türkler gibi beni de daha çok bu topraklara mal ediyor. Bu Ülke’nin ruhları bunaltan, ömürleri fersudeleştien, törpüleyen o lüzumsuz gündemleri…insanına travma üstüne travmalar yaşatan ceberrut siyasetçileri...
Bu Ülke’nin özbeöz evlatlarının “özyurdunda garip öz vatanında parya” muamelesine maruz kaldığını görünce, avantajlarıyla dezavattajlarıyla diyar-ı Frengistan’a bağlılığı artıyor “gurbetçi”nin.

Yurtdışında yaklaşık 50 yıllık bir diyaspora tarihi olan Türk halkı, yavaş yavaş üzerinden o melankolik gurbet hissiyatını atıyor; yurtdışındaki hayatını, varlığını daha gerçekçi bir zemine oturtuyor.

İnsan, Kanada’da günlük hayatta muhatap olduğu kimselerden sık sık “please, thank you, sorry” gibi kelimeler duyuyor, medenice bir muamele görüyor. Özel ihtiyaç sahibi çocuğuna herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, ihtimamla, insanca muamele ediliyor.
Kahvecideki kızın gülümser yüzü, kütüphanedeki memurun sabırlı ve nazik tavırları, çocuğun okulundaki öğretmenlerin o özverili halleri, yan komşunun her zaman hal hatır soran tavrı…farkına varmadan bizi daha fazla bu topraklara mal ediyor, Kanadalı kılıyor.

……

Tolstoy-vari bir soru ile bitirelim, cevabını da Mustafa Kutlu versin:
İnsan bu dünyaya niye gelir? Herhalde bir bahçe kurmaya…”
Sonra, şöyle sorayım: “Sahi insan bu dünyada ne ister, onurlu bir hayat sürmeye çalışmaktan başka!” Kimsenin emir eri, kuklası olmadan, korkmadan, sinmeden…
Bir zamanlar, İstanbul’daki o Vefa Liseli, hayat dolu gencin en sevdiği şarkılardan biriydi: Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar.


Şimdi… ölürsem vasiyetimdir, beni Kanada’da gömsünler.