Tuesday, August 18, 2015

YAMANLAR...FATİHLER

Ben devlet okullarında okudum. Kimi zaman ders kitabına çıkışmadı para, kimi zaman da eşofmana. Okula yürüyerek gittik, öğle yemeğimi evden getirip, bir köşede sessizce yedik. Yokluk içinde de bir üniversite tahsili. Bunu veren Rabbime binler şükür.

Kaderin ironik bir tecellisidir ki, memuriyetim de hep özel okullarda geçti. Varlık içinde yüzen ailelerin çocuklarıyla düşüp kalktık. Kader, 20 yaşımda bir özel okulda Türk Dili ve Edebiyatı muallimliği nasip etti; ülkenin medar-i fahri olan eğitim müesseselerinden, Sakarya Işık Koleji'nde, başladık öğretmenliğe.
Sonra da ver elini İstanbul'a, efsanevi Fatih Koleji'ne.

.......

Burda sabahın üçü. Şairin tabiriyle, "dertlerin en güçü..." Uyku tutmadı.
Kalkıp da haberlere göz attığımda, manşette " Yamanlar Kolejine Baskın" cümlesini görünce nevrim döndü.

Her gün artarak devam eden, artık eğitim kurumlarına uzanan bu zülme bigane kalmak mümkün mü!

Hatırlarım, 28 Şubat'ın o meşum günleri Fatih Kolejlerinde, Allah'ın günü bir asker, bir müfettiş. Okul koridorlarında, kantinde, öğretmenler odasında, sınıflarda...Sürekli bir şeyler arıyorlar, bir şeyle ölçüp çiçiyorlar... Yani yine zulüm ve tarassut had safhada. Henüz memlekette olduğum günler. Memleket sevdasıyla ayağımın yerden kesildiği günler.

Paşaların gelip destursuzca derslere girdiği, öküzün altında buzağı aradığı, Hizmet Hareketi'nden bir terör örgütü çıkarabilmek için kılı kırk yardığı tarihe kara bir leke olarak geçen o zalim günler.

O kurumlarda çalışan genç biri olarak bunaldıkça bunalmıştım. Siz, hayal-perest, idealist ve yalnız bir genç muallimin ülkenin istikbali için umutlarını birer birer yitirdiğini ve kaldığı bekar odasında geceleri binbir öfkeyle gerilip durduğunu getirin gözünüzün önüne...Sonra kısa dönem, 8 ay askerlik. Bir kaçış belki de. Arkasından baskınların ve zulmüm artarak devam ettiği Fatih Koleji'ne, memuriyete dönüş.

Her gelen gün, bir öncekinden beterdi. Yaşayan bilir. Askerler, en kusursuz cinayeti işlemişlerdi: "Birinin yaşama sevincini öldürmek... "

Evet, 28 Şubatçılar, o okulları kapatmak için, öğretmeni öğrencisinden ayırabilmek için her yolu denediler, muvaffak olamadılar. Allah nasip etmedi. Çocuklarını o okullara emanet eden anne ve babalar ikna edilmeye çalışıldı, korkutuldu; öğrencilerle birebir görüşüldü uzun uzun. Öğretmenlerden kimilerine cazip teklifler de sunuldu. Beyhude.

Şimdi neredeyse 20 yıl sonra aynı zulüm!
Değişen ne!
Ne bulacağınızı düşünüyorsunuz Yamanlar'da Allah aşkına? Salonlarında sergilenen yüzlerce başarı madalyasından başka!
Pırıl pırıl öğrencilerden, hasbi öğretmenlerden başka.
Ellerinizde cetvelllerle, mezrolarla vicdanlarınızın ebatlarını mı ölçüyorsunuz!
Bakın.
Başka ülkelerde binlerce mezun vermiş, vatana, millete, insanlığa faydalı hayırlı nesiller yetiştirmiş, milletin parasıyla kurulmuş bu okullar bayraklaştırılır, ödüllendirilir.

Başka memleketelerde resmi hizmete mahsus zevat yanılıp da böylesine köklü kurumlara devlet eliyle bir zorbalik yapmaya kalktığında memlekette yer yerinden oynar.

Bu okullar 30 yıldır parmakla gösterildi, bilmem kaç tane uluslarası ve ulusal başarılarıyla rüştünü çoktan ispat etmiş bir ekol kurum Yamanlar. Temelinde alın teri var, gözyaşı var.

Her türlü baskı ve zorbalık o okullara ancak değer katar. Cevher yere düşmekle, çamura atılmakla değerini yitirmez. Bundan endişem yok. Ülkenin son elli yılına mührünü vurmuş, memleketin en fedakar insanlarına atılan bu çamur tutmaz, yanlış hesap er geç Bağdat'tan döner.

Allah aşkına, kolay mı böyle köklü kurumlar ihdas edebilmek! İşte Hükumet 13 yıldır ortada, kaç kurum bina edebilmiş böyle yarına kalabilecek!

Beni asıl üzen, böylesine aleni bir zulme karşı toplumdaki bu umarsızlık ve umumi sükunet.Toplumdaki bu kahreden sükut, aslında içtimai sukutun (düşüş) da bir göstergesi.
 Artan terör olaylarının Hükumeti zor durumda bırakmasıymış,, peşi peşine gelen şehit cenazelerindeki tepkileri yatıştırmakmış, yok İŞİD'miş, patriotlarmış, yolsuzlukları ve hırsızlıkları örtbasmış. Bunları geçtim. Bir eğitim kurumuna yapılan bu baskını hiç bir şeyle izah edemiyorum.

Ama, unutmayın, zorba en büyük güç ve motivasyonunu, masumun aczinden ve zayıflığından değil, bu zorbalık vakasını el ovuşturarak, zevkle temaşa eden riyakar ve duyarsız seyirciden alır.
Zorbanın iştihasını besleyen işte seyircideki bu umursamazlık, hatta zorbayı destekleyici şakşakçılıktır.
Ne ki o zorba, bir gün gelip de  kendisine artık dur bakalım deneceği ana kadar, sırayla kendisini yardakçılıkla seyreden diğerlerine de çullanır ve onları da haklamanın en zalim yollarını arar.
İşte o zaman o gafil seyircilere de sadece "Eyvah aldandık" demek kalır.

Wednesday, August 12, 2015

Cemaat'e idam! Ülkenin istikbalini idam.

Bazen, ülke adına. memleketin istikbali nam-ı hesabına, kahreden bir karamsarlığa düçar kaldığınız oluyor mu!

Bu bir hastalık, ve itiraf etmeliyim ki, bütün iyimser halet-i ruhiyeme rağmen ben bu illete müptelayım. Özellikle de son dönemlerde. Ne kadar zorlasam da kendimi gamdan azade bir halete bürünemiyorum. "Kendi derdim billah gelmez yadıma..."

Tarihimizdeki bunca travmatik vakaya, yakın mazimizdeki bilumum darbelere rağmen hala bir ders alınamamasına üzülmemek elde mi!

Onlarca yıldır ortaya konan bunca emeğe ve semeğe, çekilen eza ve cefaya rağmen, ciddi anlamda bir mesafe kat edemeyişimize!

Elimizde sadece içi boş hamasetin kalmasına!

Neden dünya başka milletlere terakki dünyası olsun da bize tedenni dünyası olsun ki!

12 Eylül 1980'e bakalım. Kenan Evren'i hepimiz, idamların altina attığı imzalardan dolayı kıyasıya eleştirmedik mi! Ben eleştirdim. Kendisine lanetler okumadık mı, pek çoğumuz yıllar yılı  öfke ve intikam duygularıyla dolup taşmadık mı!

Çünkü nesiller heba edildi, emekler zayi oldu, milli servet ziyan edildi, toplum kutuplaştıkça kutuplaştı, dahası kardeş kardeşe düşman kesildi.

O idamlar, bilinçaltımızı tedhiş etti, toplumsal dokumuzu tahriş etti.

Ve yıllar sonra, bugün... Devletin başı, Paralel diye tesmiye ettiği bir Cemaat'in aslında nasıl bir terörist grup olduğunu bilmem kaçıncı kez izah etmek için yine muhtarları toplamış...
Muhtarlardan biri Cumhurbaşkanı'nın konuşması esnasında, belli ki galeyana kapılarak, yüksek sesle:

" Sayın Cumhurbaşkanım, idamı geri getirin" diye bağırıyor.

Cumhurbaşkanı bunu duyuyor. Tepkisi? Gülüyor. Manalı manalı tebessüm ediyor.

Bugün, memleketim hakkında beni derin bir inkisara salan vaka varsa işte budur.

Koca koca adamların ağzı nasıl böyle sözlere varıyor, vallahi de billahi de tallahi de anlamıyorum.

Bu nasıl bir hüsumettir yahu! Bu nasıl bir çığırtkanlıktır! Bu ülkenin  bu tiplerden yıllardır çektiği yetmiyor mu!

Eminim, o muhtar, gelecekte herhangi sebeple bu ülkenin herhangi bir Cumhurbaşkanı yargılandığında da,aynı narayı atacaktır. Çünkü bu ülke, ani ve fevri insiyaklarla coşup köpürenlerin diyarıdır. Ve ben görürsem o anı, o gün yine derin bir inkisara kapıldığım gün olacaktır.

Eskiden güce tapınan bu türden muhtarları, solcuların kaleme aldığı köy romanlarında okurdum, ve solcu yazarımızın yine ayaklarının yerden kesildiğini, hakikati ideolojik bir kurguya feda ettiğini vehmederdim. Meğer gerçekmiş. Bu tür muhtarlarımız varmış.  Aramızda yaşamaktaymışlar.

Üzgünüm dostlarım hem de çok! Beyhude eyyamcılığın gemi azıya aldığı ve bu çığırtkanlığın prim yaptığı günlerden geçiyoruz.



Monday, August 10, 2015

Hizmet'in Omuzlarında Kariyer



Ahmet Turan Alkan, "Hizmet'in en büyük suçu, seçici olmaması" deyiverdi kibarca. 
Bariz bir hakikatin en net ifadesi!

Öteden beri her fırsatta Hizmet'in imkanlarıyla ikbal yıldızını parlatma peşinde olanları, daha düne kadar kimsenin yüzüne bakmadığı onlarca samimiyetsiz insanı... değer verip, televizyonunda, radyonda, gazetende baş köşede ağırladın! 

İşsiz kaldığında iş verdin! Düştüğünde elinden kaldırdın. Evet, bir yerde müslümanca bir tutum! Ama hüşyar ve müteyakkız olmak kaydıyla. 

İşte, açın bakın Burç Fm arşivini. Henüz bir yıl öncesine kadar Ahmet Taşgetiren konuşup durmuş gece gündüz. Televizyonunuzda düzenli programlar yapmış. O da kesmemiş olacak ki, gazetenizde ser-muharrir muamelesi çekmissiniz kendisine. Sonra gezdirmediğiniz yer kalmamış. Hani, yazdıkları da bulunmaz Hind kumaşı olsa bari! Sadece Taşgetiren değil, açıp bakın gazete, radyo ve televizyon arşivlerinize. Kimler kimler gelip geçmiş. 

Dün,sabah akşam peşinizde koşanlar, bugün telefonunuza çıkmıyor.

Üzgünüm ama, bu denli haşır neşir olduğunuz, onlarca, yüzlerce samimiyetsizi çoktan tanımış olmalıydınız!  Mesafeni çoktan koymalıydınız! 

Nereden bilebilirdik demeye hakkın yok!

Kendi yetiştirdiğine hüsn-i zann adem-i itimad dengesi.
Seni sömürene aydın adam muamelesi!..

Elverir artık!

Kimsenin esamisini duymadığı bir şiir yorumcusuna, ekranınızın kapılarını ardına kadar açmışsınız. Maişetini temin etmesinin yanında, ekranlarınız onun için tam da bir staj mekanı olmuş. Kullanıldığının farkına bile varmamışsın.

O ince ruhlu şiir yorumcusu dostunuz da mübarek mübarek, buğulu sesiyle Medine'nin Gül'ü adlı şiiri okumuş zaman zaman. Doğrusu hem işi biliyormuş, hem de gönlünüzü almasını !
Şimdi ise, devletin televizyonunda size mersiyeler okuyor.

O tuhaf dizilerinizde başrolleri ulüfe olarak bağışladığınız sıradan oyuncular, ttelevizyonunuzda yeşil magazin programı yapan aktörler sadece sırtlarını çevirmekle kalmamış size bugün,  sizi karalamak için  çevrilen filimlerde başröllerde oynamakta.

Gazetenizde yazdırdığınız, televizyonunuzda yeme içme programları yaptırıp şöhretine şöhret kattığınız bir Sonradan Görme, şimdi sizin aleyhinizde haftasonu ekleri çıkarmakla meşgul, bilesiniz.

Sizin ekranlarınızda vatan millet Sakarya edebiyatı yapan onlarca kişi... kimi siyasetçi müsveddesi, kimi çapsız muhteris, kimi tarihten bi-haber tarihçi, kimi sosyolojiden behresiz sosyolog...bugun ya falan partinin saflarında, vekil, mebus veya propaganda şefi, ya da tek kişilik vakıflarında ücret-i hükumete ram olmuş ve hikmet-i hükumetle uzlaşmış “uzman” kılığında maaşa bağlanmış!

Abant Toplantılarında ağırladığınız isim listelerini alın önünüze. O toplantılara katılmak için takla atanları.
Onca masraf ile ala-yı vala ile misafir-perverane ağırladığınız o isimler, şimdi kimlerin arkasında saf tutmuş!

Ya, ülke ülke gezdirdiğiniz kerameti kendinden menkul o aydınlar!
Çıkıp tek kelime söyleyemediler sizin için, söylemeyemiyorlar!

Topu sizin tezgahınızdan geçti halbuki. Nerden bilirdik bu zevat-i kiramın tam ahraf-i na-şerif olduklarını diye ah u enin etmenizin kime, ne faydası olur ki şimdi!
Oysa, tanımalıydınız kimlerle düşüp kalktığınızı, ne menem insanlarla yola çıktığınızı. 

Yetişmiş insanınız olmadığından mıydı bütün bu çapsızlarla olan muahedeniz!
Halbuki, Hizmet Hareketi’nin insan gücü bugün  değil Türkiye’nin dünyanın hiç bir teşekkülünde yok!

Meşrutiyet sorununuz mu vardı da bu kimselere tutunmak ihtiyacı hissetiniz! Halbuki, Hizmet Hareketi, bu toprakların sadece en meşru topluluğu değil, tesahüp ettiği değerler ve mefkureler cihetiyle en matlub ve merğub damarıdır da.


Bu meyanda söylenecek çok söz olmasına rağmen, uzatmadan sadece, eşya ve eşhas aslına rücu ediyor diyebiliyorum.

MUHATABINIZI TANIYIN

Bunlar güzel laflar:

Hizmet Hareketi herkesi muhtap alıyor. Ayrımcılık yok. Sinesini herkese açıyor. Sağ yanağına vurana sol yanağını çeviriyor. Hizmet insanının kalbinde herkesin ama herkesin oturabileceği bir sandalye var...

Peki gerçekten böyle bir şey mümkün mü!

Well, it is too good to be true!

Hizmet böyle idealistik bir anlayışı benimsemiş olabilir, Ama bunun ne kadar gerçekliği var? Herkese sine açmak ve her ne olursan gel anlayışının hastalıklı yorumları, Hizmet Hareketi'nin kör noktası ( Blind spot)... Dolayısıyla da sömürüye, istismara en açık alanı.

Hani anlı şanlı biri demişti ya şu mahut sürecin başında:
Biz Hükumeti destekleyelim, olmaz da Cemaat süreci kazanırsa, Fethullah Hoca anlayışlıdır bizi affeder. 

İşte durum aynen bu.

Sadec küçücük bir örnek vereyim, kendimden:

Yıl 2013. Memleketin büyük şehirlerinden birinde konferanstayım.
Vali bey, benimle birlikte, yurtdışından programa katılan bir başka akademisyeni ve o şehirdeki üniversitenin bir fakultesinde dekanlık yapan bir başka hocayı evine davet etti, şehrin en hakim noktaındaki velayet konağına. Şöförü gelip aldı bizi. Gece yarısına kadar güzel sohbet oldu. Dört kişiyiz. Vali bey, ziyadesiyle mültefitti. Münevver bir mülkiyeliydi.

Sohbetin bir yerinde Vali bey bana dönerek:

"Madem Cemaat hakkında araştırmalar yapıyorsun, o Cemaat'in dış bağlantılarına da iyi bak, angajmanlarını iyi araştır" dedi.

Sohbetin bundan sonraki kısmında, Hizmet Hareketi'nin Türkiye ve dünya genelindeki etkinlikleri üzerinde konuştuk. Sonradan bir başka dini cemaate mensubiyetini öğreneceğim Vali beyin, Hizmet Hareketi ile ilgili derin şüpheleri vardı. Doğrusu, düşüncelerini çekincesiz paylaşmasını takdir de etmiştim içimden.

Bu sohbet esnasında, Dekan bey, Vali'ye dönerek:
"Efendim malum-ı aliniz olduğu üzre, yoğun akademik programlarımdan ötürü sık sık yurt dışına çıkıyorum. Gittiğim ülkelerin istisnasız her yerinde cemaatin okulları var. Mesela Hollanda, İsviçre, Belçika gibi yerlerde Devletimizin okulları yokken bunların neredeyse her şehirde bir kurumu var. Ben bunu anlayamıyorum. O ülkeler, Devletimize imkan tanımazken nasıl oluyor da bu cemaate okul açma izni veriyor. Ben de işaret buyurduğunuz gibi, bu cemaatin uluslararası karanlık bağları olduğu düşüncesindeyim. Aksi halde dünyanın her yerinde bu kadar geniş ve etkili bir varlık tesis edemezlerdi"...

Güngörmüş Vali beyin goygoyca söylenmiş bu sözlere herhangi bir mukabelede bulunduğunu hatırlamıyorum.
Ben, Dekan beyin bu münasebetsizliğine yuvarlak bir cevap verdim.
Kısaca şunu söyledim:

"O kurumlar bu milletin. Oralarda görev yapanlar da bu ülkenin çocukları"...

Velhasıl hoş bir yaz gecesiydi. Yedik içtik.

Ertesi sabah, Dekan beyle karşılaştım kahvaltıda. Heyecanla yanıma geldi:

"İnşalah dün gece beni yanlış anlamadın" dedi.

"Ne gibi"?

"Bak, Cemaatin okulları bizim yüz akımız. Gittiğim her yerde cemaatin çocukları beni daha havalanında karşılıyor. Beni alıp yurtlarına, misafirhanelerine götürüyorlar. Mümkün değil, otele salmıyorlar. Kendi yerlerinde  en güzel şekilde ağırlıyorlar, gezdiriyorlar. Çok efendi çocuklar".

Şaşırıp kalakalmıştım. Hangisi doğruydu! Dün gece mi bu sabah mı! Dekan bey, bu minvalde daha bir sürü şeyler söyleyecek oldu ama bu tabasbusu duymaya tahammülüm yoktu.
Daha fazla dinlemeden ayrıldım ordan.

Bu zat, dün akşam bir devletlünün huzurunda yerin dibine batırdığı kurumları, ertesi sabah, o kurumlarla bir gönül bağı olabileceğini düşündüğü bir kimseye gelip şimdi de o kurumları överek sadece vicdanını rahatlatmıyor, aynı zamanda o kurumlardan ücretsizce yararlanmaya devam etme imkanını da korumanın yollarını arıyordu!

Aman Allahım bu nasıl bir riyaydı!

Sonradan meydana duydum, o Vali bey vefat etmiş. Allah rahmet eylesin.

Ya Dekan bey! Bilmem ki şimdi nerelerde ikbal avlıyor. Nerelerde karşılanıp ağırlanıyor!

Sen kullanılmaya müsait olursan, kullanılırsın! Değersiz insanlara gereğinden ziyade değer verirsen kendi değerini kaybedersin. "Kobralarla bile geçinmenin yollarını bulmak" için kendini zorlarsan, kobralar tarafından sokulursun!

Sunday, August 9, 2015

FETHULLAH GÜLEN'İN EN SEVDİĞİNİZ SÖZÜ NEDİR?


Bir düşüncenin en kısa ve en çarpıcı biçimde dile getirildiği aforizmalar, bilgeliğin, hikmetin ete kemiğe bürünmüş halleridir… 

Kompleks bir felsefeyi, duyuşu, düşünüşü özlü biçimde ortaya koymak, belli bir zihni seviye ile birlikte zengin bir lisan da gerektirir. Mütefekkir, muhayyilesinde bakımını görümünü ince bir işçilikle yaptığı düşünce ve duygu meyvesini en hoş biçimde sunmak ister. İyi vecize klişeden uzaktır. Okurun, dinleyenin dikkatini celbeden bir üslubu vardır.

Düşüncenin gücü ve etkisi, daha geniş kesimlere ulaşabilmesi, bu kesimlerce benimsenmesi, aynı zamanda onun icazlı ve i'cazlı bir şekilde veczedilmesiyle de yakından ilgilidir. 

Hilmi Ziya Ülken'in deyişiyle "tefelsüf veya hikemiyyat" türünden eselerde daha sık görülen bu tür özlü sözlere, bizim kültürümüzde ayrı bir önem verilmiştir.

Bizde 40 Hadis geleneği vardır. Eskiler, İslam’ın ruhunu en iyi ifade ettiğini düşündükleri hadisleri derlemişler, ve bu ehadisi, gerek tasavvufi açıdan, gerekse fikhi açıdan şerh etmişlerdir. Bu hadis seçkilerinin neredeyse hepsinin bir serlevha olarak aldığı ortak hadis, "Ameller niyetlere göredir" hadisidir. Bu söz, İslam'ın ruhu, özü ve usaresi olmalıdır.

Yine, Sadi’nin Gülistan ve Bostan’ındaki, Aşık Paşazade’ nin Garibname’si, Mevlana’nın Mesnevisi, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Billig’i, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndaki derin düşünceler, özlü biçimde ifade edilmeye çalışılıştır.

Fethullah Gülen, kadim bir geleneğin post-modern zamanlardaki muhkem mümessillerinden biri olarak, hikemi tarza önem vermiştir. Kendisi, bir eylem adamı olduğu kadar aynı zamanda bir tefekkür insanıdır da. Bugün daha iyi görülebilmektedir ki, Gülen, yazarlık ve vaizlik kariyeri boyunca, yarına kalmayı hak eden çok sayıda veciz ifadenin altına imza atmıştır. 

Yazılı ve sözlü verimlerinde, kuşatıcı tefekkürünün birer meyvesi olarak formülize ettiği çok sayıda birbirinden veciz ve beliğ cümleyi bulmak mümkündür. 

Hizmet Hareketi içinde Fethullah Gülen'den sadır olan bu vecizelerin önemi büyük! Hareket'in ana söylemleri bu sözlerle biçimleniyor.

Fethullah Gülen, yıllardır Sızıntı dergisi için resim üstüne, sayfa başlarına ve derginin ön ve arka kapaklarına tefekkür mahsulü, çok sayıda özlü sözler kalem almakta. Bu sözlerin Cemaat için önemi ve anlamı büyük. Nitekim bunlar Ölçü ve Yoldaki Işıklar adıyla basıldı. El kitabı hüviyetindeki bu çalışmada mündemiç pırlanta hakikatler, hem sosyal ve beşeri münasebetlerde, hem de Hizmet meselelerinde Hareket’in usülünü erkanını belirlemede kilometre taşları mahiyetinde.  Bu kitap, Gülen tefekkürünün de kristalize olmuş hali.  Herkul sitesindeki Hakikat Damlalar köşesi de bu mahiyette bir derleme sayılır.  Gülen’in kaldığı yerde  ekranlarda ve eloktronik levhalarda tefekküre medar çeşitli vecizeler var.

Gülen Hocaefendi, yazı ve sohbetlerinde veciz ifadeler kullanmayı seviyor. Mesajını, özlü sözlerle vermek onun nev-i şahsına mahsus bir üslub özelliği. Gülen’in tarz-ı ifadesi, kendisinden önceki din bilginlerinden de muasırlarından da belirgin farklılılar arz ediyor. Onun için kelime, cümle, üslup, esalib, neredeyse, mesajın kendisi kadar önemlidir. 

Fethullah Gülen, konuşmasının herhangi bir yerinde, ansızın çok özgün bir hüküm ortaya koyabilir. Kendisini sevenler, onu dinlerken adeta bir inci mercan avcısı gibi, sohbetlerinden tek bir kelime bile kaçırmamaya gayret etmekte ve onun sehl-i mümteni suhuletiyle hikmetli sözler terennüm eden bir şahsiyet olduğuna inanmakta.

Hizmet Hareketi’ne gönül verenlerin Hocaefendi’ye, onun düşüncesine ve dolayısıyla da Hizmet’e nasıl baktığını anlamanın bir yolu da onların Hocaefendi’nin hangi sözlerini önemsediklerine bakmak olsa gerek!.

Öyleyse, Hareket dairesindekilere sorulacak önemli sorulardan biri şudur:

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sizin en çok hoşunuza giden, beğendiğiniz, ilham verici bulduğunuz, hayatınıza ilke ve düstur edindiğiniz, Hizmet’i en iyi yansıttığını düşündüğünüz sözü veya sözleri var mı? Varsa bu sözler neler?

Ben bu soruyu kendisini Hizmet camiası içinde görenlerle birlikte, Camia’dan olmamakla birlikte Hizmet’e sempatisi olanlara da yönelttim. Emaille ve sosyal medya üzerinden ( web survey ), kimine telefonla kimiyle de yüzyüze görüştüğüm kimselere sordum:

“Hocaefendi'nin en sevdiğiniz sözü hangisidir”?

Evet, Cemaat’in bilınçaltı müktesebatında Gülen Hocaefendi'nin hangi sözleri vardı?


Mesela sıradan bir Nurcudan, Bediüzzaman’ın vecizelerinden kimi örnekler isteseniz bir dakikaya on vecize sığdırabileceğini görebilirsiniz.

Muhtemelen şunları söyleyecektir:

Bismillah her hayrın başıdır.

Helal dairesi keyfe kafidir.

Hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okur.

İman insanı insan eder.

Bizler muhabbet fedaisiyiz, hüsumete vaktimiz yoktur.

Şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek ve gür sada İslamın sadası olacaktır.

Güzel gören güzel düşünür.

Cennet ucuz değil, cehennem lüzumsuz değil

Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dava etmek hakka bir nevi haksızlıktır.

Peki ya Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hangi sözleri geliyor aklınıza!

Herkes aslında Hocaefendi'nin en sevdiği sözünü söylerken, aynı zamanda bir nevi kendisinin de Hizmet’ten ne anladığını ifade etmiş olmuyor mu!

Şöyle bir uygulama yapılabilir:
Hocaefendi’nin hatırladığınız ya da hoşunuza giden sözlerini elinize kalem alıp birer birer yazmaya çalışınız.  Zaman sınırlaması yok. Üstelik bu vecizeleri, kelime kelime hatırlamak zorunda da değilsiniz. Bu ekzersizle Hocaefendi’yi ve Hizmeti’i nasıl anladığınızı, algıladığınızı, onu kendi zihin dünyanızda ve hayal hanenizde nasıl kurgulamakta olduğunuzu, bu düşüncenin sizin bilinçaltınızda nasıl yer ettiğinizi de gözlemleme imkanı elde etmiş olacaksınız. Arkasından tüm zamanlarda en beğendiğiniz üç sözü bir kenara ayırın. Bu üç söz arasında bir tema birliği olup olmadığını gözlemlemeye çalışın. Bu sözler kalbe mi aklama mı hitap ediyor, bireye mi topluma mı? Cemaat genelinde de yapabileceğiniz bu çalışmadan ilgnç sonuçlar çıkabilir.

Daha fazla beklemeden, sözkonusu mini soruşturmaya gelen kimi cevapları paylaşmak istiyorum sizinle. Bu iktibaslar işliğinde uzun uzadıya metin tahlilleri, hatta kimi karakter tahlilleri yapılabilir, ama o kapıyı hiç aralamayacağım.

Öncelikle şu tespiti paylaşayım. Hizmet Hareketi dairesinde bulunan kişiler arasında, Fethullah Gülen’in en benimsenen ve beğenilen sözü şu:

Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

Aynı zamanda, bestelenen de bu söz Hizmet’in genel felsefesini  açıklamaya yetiyor: Farklılıklara hoşgörü ve herkesi kendi konumunda kabul etmek. Aynı minvalde, bir başka yerde Fethullah Gülen, “Gönlünüzde herkesin oturabileceği bir sandalye olsun” da der.

Ankete cevap verenler arasında, Figen Es, Vedat Bilgiç ve Osman Şimşek’in en beğendiği bu söz, Muhammet Çetin’in de en sevdiği Fethullah Gülen vecizeleri arasında.

Bahattin Karataş'a göre en önemli Hocaefendi vecizesi: "Başkasının sizi kabulü, sizin herkesi kendi konumunda kabulünüzden geçer".

Karataş'ın beğendiği bir diğer söz de şu: "Bir alanda olmak istiyorsanız, her alanda olmanız gerekir".

Televizyon programcısı ve eğitimci Ahmet Bozkuş, Fethullah Gülen’deki Peygamber sevgisine dikkat çekmekte. Bozkuş, Gülen’in Peygamber Efendimiz’le ilgili şu sözünün altını çiziyor:

“Bir peygamber bakışı, kömürü elmasa çevirir”. Bozkuş, kendisine en büyük düşmanlıkları yapanlara bile Hz. Peygamber’in fevkalbeşer müsamahasıyla onları birer sahabeye inkılap ettiğini belirtiyor.
Gerçekte de gönülleri aydınlatan, karanlıkları ışığa doyuran o Nur-i Muhammediye ne kadar muhtacız bugün!

Sedat Koçar’ın tercihi Gülen’in istişareyle ilgili bir sözü:
“Tek olan şeytandır, problemlerinizi tek  başınıza çözmeyin. Haddini aşan her şey zıddına inkılab eder”.

Süleyman Erkişi’nin tercihi kısacık şu söz: “Küçük şey yoktur”. Bugün önemi daha da tebeyyün eden bu söz, aynı zamanda Kemal Ural’ın bir kitabının da ismi.

Yazar Arif Akpınar ise:
“Allah katındaki yerinizi görmek istiyorsanız, O’nun kalbinizdeki yerine bakınız” sözünün altını çiziyor.

Senarist ve öykücü Niyazi Şanlı’nın tercih ettiği şu söz de, Hareket içindekilerin en çok tercih ettiği bir diğer vecize :
“Kaça giderseniz gidin, Allah rızası dışında ucuza gitmiş sayılırsınız”.

Önder Aytaç:
“Allahım! Benim hataalrımdan dolayı arkadaşlarımı, onların yanlışlarından dolayı da beni mahcup etme”.

Asım Yıldırım samimiyetin altını çiziyor:
“Kimde olursa olsun, azıcık bir samimiyet bir başarı vesilesidir”.

İlahiyatçı Ahmet Kurucan, ilkin Hocaefendi'nin birbirinden manidar vecizeleri arasından bir tercih yapmanın zorluğunun altını çizdikten sonra daha önce de pek duyulmamış olan şu ilginç tercihte bulunuyor:
 “Önce plan ve program, sonra lütuf ve ihsan”. Ben bu sözün Kurucan'ın Hizmet anlayışında da belirleyici bir önemi olduğunu sanıyorum.

Todays Zaman Genel Yayın Editörü Bülent Keneş, bir yerine üç söz gönderdi

1-      Terörist Müslüman olamaz.
2-      Müslüman da terörist olamaz. İşim bitti diyenin işi bitmiştir. 
3-      İnsanlar, iradesinin hakkını veriyorsa, kim ne diyebilir ki!

İlahiyatçı akademisyen Ayhan Tekineş bir dörtlük tercih ediyor:

“Yaşlı dudaklarda beliren tebessümlerden
Artık gök ehlinin arza yöneldiği belli
Meltemler esiyor amber kokulu günlerden.
Ay kadehi toprağın bağrına dökeli”

Halit Esendir ise 1974 yılında Fethullah Gülen’in yaklaşık 40 tane Işık Evi- Dersane abisine yaptığı özel sohbeti hiç unutamıyor. Gülen’in o sohbetini şu sözlerle özetliyor Esendir:

“İhlas ile Hizmet edin. İhlaslı olmanın en önemli göstergesi gıybet yapmamaktır. Kim ihlaslı ise Allah onları büyütür, az da olsa ihlası bozup da birbiriyle uğraşanları Allah dağıtır”

Sanatçı ve televizyon programcısı Reha Yeprem’in tercihi de calib-i dikkat: “Tenasüb-i illiyet prensibine göre kuvetler arasında dengenin bulunmadığı zamanlarda, teknik davranmakta zaruret vardır”

Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden ve İzmir yıllarında Fethullah Gülen'e  olan yakınlığıyla bilinen, 1971 Muhtırasında Hocaefendi ile birlikte yargılanıp hapis yatan İzmirli Mustafa Birlik'in oğlu Abdullah Birlik ise, Fethullah Gülen'deki Bediüzzaman hayranlığına ve üstad bellediği bu pir-i faniye olan hürmetine değiniyor. Abdullah Birlik'in  beğendiği Fethullah Gülen Hocaefendi vecizeleri ise şunlar:


" Çağımızda Hazret-i Bediüzzaman kadar Hizmet felsefesini bilen ve tutarlı hizmet yapan ikinci bir insan çıkmamıştır". Birlik'in altını çizdiği diğer bir söz de şu: " Bediüzzaman Hazretlerinin yaptığı her şey, benim için bir hüccettir".

Yıllardır Fethullah Gülen’in yanında bulunan İlahiyatçı yazar Osman Şimşek’in “çocukken çok sevip ezberlediğim” dediği Gülen vecizesinden yukarıda bahsetmiştim. Bu söze ek olarak Şimşek Hoca şunları da zikrediyor: 

“Son dönemlerde çok hoşuma giden ve Muhterem Hocamızın küçük farklarla dile getirdikleri Hoş gör, en azından nahoş görme. Nahoş görüyorsan, bari dillendirme!

Şimşek Hoca sözlerini şöyle sürdürmekte:

“Genel hayat felsefesi olarak hep hatırda tutmaya çalıştığım ise Muhterem Hocamızın şu sözleridir:
Her türlü gurbetin iksiri, Hakka kurbettir”.

Şahsen, Fethullah Gülen'in bizzat kendisine, hayatının muhassalası mahiyetinde nasıl bir cümle kurabileceğini sormayı ve kendisiyle bu minvalde konuşabilmeyi çok isterdim!


Ben, bu cümlenin tek kelimelik olduğu düşünüyorum: “Hizmet”

Thursday, August 6, 2015

Kumarhane vakası.

Algı'nın Olgu'nun önüne geçtiği post-postmodern bir zamandayız. 

Hani Atalarımızın, "şuyuu, vukuundan beterdir" dediği zamanlar.


Önde olanların, görünenlerin, temsil makamını ihraz edenlerin... kılı kırk yararcasına bir hassasiyet sergilemelerinin elzem-der-elzem olduğu bir dem. 


Hizmet'le irtibatlı olanların yakinen takip edildiği bir dönem bu. 

Hani, Fethullah Gülen'in "12 Eylül'de Sefiller'deki şaki gibi izlendim" dediği dönem.


Sadece Hizmet Hareketi ile kurumsal bağlantısı olanların değil, gönül bağı olanların bile cedd u emcedine kadar iğneden ipliğe hallaç edildiği bir dönem.


Dolayısıyla, kendisini Hizmet dairesinde görenlerin derin bir hassasiyet, teyakküzlü bir temkin ve daimi bir teenni halinde yaşamalarını da iktiza eden böyle dönemde bir yanlışın onlarca, hatta yüzlerce, binlerce doğruyu hela edebilme ihtimali sözkonusu.


İnsan demhaneye de gidebilir meyhaneye de. Bu kendisinin bileceği iş. 


Ama böyle bir dönemde, STV de çalışan herhangi birinin bu lüksü yok! Ne kadar da kendi parasıyla giderse gitsin, öküzün altında buzağı arayan karakter celladı bir kısım insanlar, mal bulmuş mağribi gibi bunu istismar e de cek lerdir!!!


Bizde fikirlerden, değerlerden ve sistemden daha ziyade şahıslar konuşulduğundan, kişisel zaaflardan beslenen bel altı vuruşlar, bir kimseyi veya kurumu itibarsızlaştırmak ve şeytanlaştırmak için çok sık başvurulan bir yöntemdir.


Kumarhane olayının savunulacak bir tarafı yoktur. Yanlıştır. Hizmet Hareketi için yıpratıcı olmuştur. İnsafsız eyyamcıya malzeme verilmiştir. Fırsatı fevtetmeyen bu eyyamcı, Hizmet'in kutsallarına, mesela himmete dil uzatmış, abilik makamını diline dolamıştır. 

Neticede, STV, bu vahim olayı ivedilikle ve suhuletle çözmüştür. 

Keşke, AKP de kendi içinden çıkan Bakan seviyesindeki insanlara isnad edilen daha vahim ithamlara kayıtsız kalmasaydı!


Heyhat. Bu vadide hiç de umut vaad etmiyorlar!


Wednesday, August 5, 2015

PARALEL PARANOYASI

Okura, vay be dedirtecek devrimsel nitelikli yorumlar yapmak benim harcım değil! Ben de çoğu kimse gibi malumu i'lam kabilinden şeyler yazmaktayım!

İtiraf etmeliyim ki, Türkiye gündemini, yakından izlemiyorum!  Zaman kaybı.  Ayrıca, “normal bir insan”ın, beden sağlığı, ruh ve zihin sağlığı için zararlı da. Meslekten gazeteciysen o başka!

Benimkisi, işten güçten vakit bulduğumda alelaele bir şeyler yazarak tarihe kayıt düşmek. Benim için, tarihe düştüğüm bu kayıt önemli.

Zaman, yazdıklarımı bazen tasdik ederken, bazen de tashih ediyor. 
Birinde nefsim okşanıyor, diğerinde ise öğreniyorum.

Bu arada, fahirlenmek gibi olmasın ama, naçizane, literatüre sunduğumuz kimi küçük katkılarımız da olmuyor değil zaman zaman. 

Size, hadi ordan sen de dedirtebilir ama, mesela şu “paralel paranoya” tabirinin  patenti, evet bu fakire ait! Aslında çok da parlak bir icad,  matah bir katkı sayılmaz, ama olsun. Bu meşum ifadeyi ilk kez sosyal medyada kullandığımda, şimdi ismi lazım değil, yüklü hesaplı bir takipçim tarafından rt'lenince kelime "viral" oluverdi. Zamanla, paranoyanın şiddeti arttıkça bu kelam da anonimleşti!

Yeri gelmişken, bir diğer katkımızı da söylemeden geçmeyelim:
Hizmet Hareketi için kullanılan The Cemaat lakırısı da bendenizin!

Yıllar önce haber7.com’da yazarken kullandığım bu kelam, bir hafta kadar sonra Eyüp Can’ın bir yazısının başlığı olarak ulusal medyada arz-ı endam eyledi. Nazlı Ilıcak aynı isimle müsemma bir kitap yazdı. The Cemaat lafzı kamuya mal oldu.

İşte ulusal basında değil de internette yazmanın böyle dezavantajları var. Sizin yazdıklarınız adeta bir miri malı gibi yağmalanıyor.
Neyse mevzu bu değil! Dönelim, yazımızın başlığında, yazmayı vaad ettiğimiz dillere pelesenk olmuş şu malum konuya: Paralel paranoyası!

Biliyorum lafı çok edildi. Yeni şeyler de söyleyecek değilim, ama hani kayıt düşmek babından dedim ya!

Ahmet Hakan'ın Bodrum Belediye Başkanı ile yaptığı, zamanlaması oldukça manidar, mülakatına bir göz attım.

Hazret, "paralel yapı bana tezgah kurdu" diyesi!

Başkan, hangi hesap peşinde bilemem, ama bu vadide yalnız değil.

Kendisi gayet iyi biliyor olmalı ki, neseb-i gayr-i sahih bu taralelli terkip, günümüzde pek kullanışlı bir kelam.

Sistemlice kotarılan bir cadı avının anahtar kelimesi. 

Piyango, gazetecilerden, yazarlara, işadamlarına, öğrencilere, onların velilerine, oradan mahalle esnafına, memura, ev hanımlara, sporculara, senaristlere kadar herkese vurabilir! O da olmadı, oluverirsin bir "makul şüpheli"!

Hazzetmediğin, ayağını kaydırmak istediğin, ama işinin de ehli bir memur mu var dairede, paralelci diye ihbar ediver gitsin! Çekil kenara, seyreyle gümbürtüyü.

Delile veyahut mahkeme kararına ne hacet! Vur damgayı, geç! Sonra, bırak o ispatlasın suçsuzluğunu, ispatlayabilirse!

İslam, hak, adalet, hukuk, kul hakkı, ahiret, hesap, mizan... sadece dillerde.

Herkes, kendilerinin de şu veya bu sebeple günah keçisi ilan edileceği güne kadar, bir başkasına vurmanın keyfini sürüyor. 

Şu habere bakın mesela: 
Meclisin aşçısı menüye "Samanyolu Kebab" adlı bir yemek ekleyince, işinden oluyor.  Tam bir ört ki ölem!

Hatırlayın, 15 yıllık cezası kesinleşmiş firari Tayfun D, sahte MIT kimliğiyle yakalandığında, kendisini almaya gelen polislere ne demişti? "Paralel yapı yaptı". Bingo!

Şöyle buyurmuştu, suç üstünde yakalanan, kerameti kendinden menkul terör uzmanımız:

"Paralel yapıyı çok iyi tanıyorum. Size silahlı kanadını veririm"!

Sonra da ardı arkası kesilmeyen epey bir itiraf sevdalısı istila etti piyasayı. Cezalarının düşürülmesi mukabilinde, Paralel yapıyı deşifre edeceklerini vaad edenlerler dilekçeler yağdırdı adliyelere!

Bir de Cem Uzan vakası var malum, hele oraya hiç girmeyelim!

Bodrum'lu Başkan yalnız değil dedik ya, hatırlayın bu paralel paranoyasına müptela kimler geldi geçti: Cürm-i meşhud halinde enselenen hırsız, mafya babası, uyuşturucu müptelası, dizi teklifleri alamayan bir manken kızımız – o şimdi filozof-, emniyette kat-i meratip peşindeki polis şefimiz...haksız rekabet peşindeki ihale avcısı şark kurnazı tüccar, kifayetsiz muhteris gazeteci müsveddeleri... tadat etmekle bitmez! 

Bu Ülke'nin en büyük marifetlerinden biri günah keçisi icad etmedeki ustalığıdır. Hiç bir dönem günah keçisiz kalmamışızdır. Tüm sorunlarımızı tahmil ettiğimiz günah keçimizi kurban edince, hemen bir diğerini beslemişizdir. Ermenisi, Yahudisi, Kürdü, Türkü, dindarı, dinsizi...piyango kime, ne zaman vurursa!...

Tanzimat'in birinci dönem aydınları, Namık Kemal ve arkadaşları, müebbed hapse mahkum edildiklerinde, sürgünlere gönderildiklerinde, ülkeyi terketmek zorunda bırakıldıklarında… yedikleri damga, "Vatan haini'ydi! Vatan haini damgasını yiyen ve kültür tarihimize adını Vatan Yahut Silistre piyesiyle yazdıran Namık Kemal, bir süre sonra itibarı iade edilerek, ülkeye vatan kahramanı olarak avdet edecekti. 

İttihatçı güruhun, Albulhamit'i devirmesinin sebebi de, Sultan'ın hiyanete inhimak etmesiydi! Sonra hazretin kabrinin başında bin nedametle, ah u eninlerle az af dilenmediler!

Yine, İstanbul işgal altındayken, pay-i tahtta zamane jurnalcilerinin kullandığı en şeytanlaştırıcı kelime, Kuvvacı idi. Nerede bulunsalar, hapse ve idam sehpasına gönderilecek vatan delisi kimselere bu sıfat muvafık görülmüştü. Nitekim, liste böyle uzayıp giderek, günümüzde paralelci'ye kadar geldi!

Olan da vatan evladına, Bu Ülke’ye oldu, halen de olmakta! 

Yeni bir şey söylemeyeceğimi, küçük bir kayıt düşme niyetinde olduğumu baştan belirtmiştim! O kaydı da şöyle düşeyim.

Paralel paranoya konusunda rivayat muhtelif olabilir; ama ben acizane şöyle görüyorum:

Diğer irili ufaklı, hesaplı hesapsız, yan tesirlerinin yanısıra,  17/25 Aralık soruşturmasını örtbas etmek için büyük bir ustalıkla icad edilen bu paralel yapı safsatası, zamanla bir paranoya, bir cinnet halini aldı; çürük ve illetli vücutlara hızlıca sirayet etti. Hizmet'i tasfiye etmek için kurgulanan bu mevhum mefhum, son kullanma tarihi gelinceye kadar da nice canlar yakarak istimal edilecek.


Gürsel Tekinin şu sözü kalmış aklımda: "Paralel yolsuzluğun adı paralel devlet olmuş"!

Öyleyse vurun abalıya! 

Tuesday, August 4, 2015

Allah da var, gam da var.

Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkıt ne bilir,
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâ'at.
                                                                       Fuzuli


Size de slogan haline getirilen sözler itici geliyor mu? 
Özellikle de son süreçte, nice inci mercan sözleri kendi bağlamından çekip çıkararak, kendi amacımıza uygun olacak biçimde yerli yersiz kullanmayı ne kadar sevdik!

Mesela, "Bu işi artık Allah çözecek" sözü? 

A kuzum! Ya sen, bütün bu işleri daha önce kimin çözeceğini sanıyordun ki!

Eskiler, mecaz cehlin elinde hakikat yerine geçer demişler ya, şimdi ise hakikati iri iri sözlere, beylik laflara kurban ediyoruz. Kısa süreli kazanımlarımız ve anlık tatminlerimiz için.

Yine, mesela artık bir slogan haline getirilmiş şu  "Allah var gam yok" sözü...

Rahatsızlığım şundan: 
Hadd-i zatında ve hakikat nazarında doğru olan bu sözün ideolojik bir slogan haline getirilmesi... Kelimeleri, cümleleri hoyratça, umursamazca tüketmemiz, ilham kaynaklarımızı kurutmamız...

Amenna ne doğru bir sözdür; inanç sahibi elhak emindir, esenliktedir. Ama keder, endişe onun da kapısını çalar. Dünya onu da sarsar. Hem onun kutsal bir hüznü de vardır içten içe, çoğu kez belli etmemeye çalışsa da.

Şimdi, slogan kalıbına dökülen  bu sözün hakiki manası, zamanla sadece "anlam aşımı"na uğramakla kalmıyor; bu anlam aşımı daha başka hakikatlerin de değerine halel getiriyor, dertsizliklere, rehavete kapı aralıyor. 

 Hani mümin tam bir “ıztırap insanıydı”! 

Derdimizi, derman olarak gören bir medeniyetin mensubuysak eğer, ilkin müptelası olduğumuz derdin, maruz kalınan musibetin ne olduğunu bilmemiz icap eder. Derdini bilmeyen derman bulamaz demişler.

İnsan olmanın hüznü,...ölümlü olmamızın melali, yalnızlığımız, kanatlarımızı özgürce açıp kendi ufkumuzda serazad, kimseye eyvallah etmeden uçabilme arzumuz, uçamayışımız...geçip giden zaman...bizi insan olarak ardı gelmez gamlara salar.

Gam'a bir medhiye düzeceğim hiç de aklıma gelmezdi. Hayır, Enderunlu Vasıf gibi:

"Mihneti kendine zevk etmedir alemde hüner
Gam-ı şadi-i felek böyle gelir böyle gider"  de demiyorum. Kuru dünya gamını yüceltmiyorum da. Nef'i'yi haklı bulurum: "Ağyar elemin çekme gönül nafile gamdır".
Meramım, varsa eğer bir elem, bir keder -ki fazlasıyla var- yokmuş gibi davranmamamız. 

Hele bu milletçe muztar kalınan bir musibetse...

Yas tutmaksa evet yas tutmak...ıztırapla iki büklüm olmaksa, hakeza!

Gam da gussa da keder de hüzün de insan için. Üzülmek, gamlanmak, melallenmek...tabii ve fıtri insan hallerinden. Yadsınamaz, inkar edilemez, ihmal edilemez.

Divan şiirimizin ilklerinden, Çeng-name şairi Ahmed-i Dai'nin dediği gibi:

" Cihanda hiç kişi bi-gam değildir
Meğer kim ol kişi adem değildir..." 

Şair, bu alemde dertsiz, gamsız, gussasız kimse olamayacağını söylüyor.  Diğer pek çok divan şuaramız ve halk ozanlarımız gibi Çorlulu Zarifi de aynı fikirde onunla:

"Bu bağ içinde bi-gam adem olmaz
Dikensiz gül, elemsiz alem olmaz"

Üzülmesi gereken, insanı yemeden içmeden kesen bir hal karşısında, mesela hala şen ve şakraksak, şen ve şakrak olmaya zorluyorsak kendimizi, veya en azından düçar olduğumuz bu derde layıkı veçhiyle mukabelede bulunmuyorsak, en insani manevi hallerimizi, yüzleşmemiz gereken halsizliklerimizi… tabiri caizse hasır altına süpürüyorsak! 

İçimizde böyle çözülmedik ne çok sorunumuz var kimbilir! Hakkıyla yüzleşemediğimiz, ağlayıp sızlayamadığımız…ve inkar ettikçe bizi içten içe kemirip duran. 

Dertler, musibetler... irili ufaklı rahatsızlıklar hayatımızın bir parçasıdır ve hayatımızda bir şeylerin yolunda gitmediğinin işareti, uyanışımıza, intibahımıza vesile... 
Acılarımızla, hüznümüzle, gam u kederimizle büyürüz, hamlıktan geçer pişeriz. Gam deryasının haddi hududu da yoktur. Ruhen ve manen büyüdükçe kederimiz de efzun olur.

"Hüzün peygamberi" sözünü ne çok severiz yeri geldiğinde!

Dünyanın zevk u safa yurdu olmadığını, Allahın en sevgili kullarının bela ve musibete, gam ve gussaya en çok maruz olanlar olduğunu ser-levha ederiz sohbetlerimizde...Hüzün senesini hicranla tahattür ederiz.. Sonra, Hz. Eyyub’ten, Hz. Yunus’tan bahisler açarız, kendi yaralarımızı sağaltmak için, zor anlarımızda doğrulmak için, önümüzü görebilmek için.

İster maddi ister manevi gam gussa olsun, fıtridir, yüzleşilmesi, yudum yudum tadına varılması, farkına varılması gereken güçlü, karşı konulamaz duygudur. Hayatımızın her aşamasında belli tonlarda karşımıza çıkacaktır sıkıntılar, ne kadar olgunlaşırsak olgunlaşalım, maddi anlamda imkanlarımız ne kadar genişlerse genişlesin, dini ve manevi bakımdan ne kadar güçlü olursak olalım.... 
Acı, keder, ıztırap semtimize ansızın uğrayacak, kimi zaman biz davet edeceğiz, kimi zaman davetsiz gelecek... 

Sloganlardan medet ummadan, bu güçlü duygumuz,  her kapımızı çaldığında bizim, devekuşu gibi başımızı kuma gömmesek! Her defasında yüzleşerek üstüne gidelim kahr u belanın. Kucaklayalım onu, ağırlayalım aziz bir misafir gibi gönülhanemizde. 

Burada arabeskçe düşünceler kapılıp, melankolik hissiyatın gayyalarına düşüp de ümitsizliğinize ümitsizlik eklemek değil kastım elbette. Hüznü de neşeyi de bir bilip, bu iki aziz ve kudsi duyguyla yudum yudum gıdalanmak.

Biz biz olalım, düşünce evrenimizi mümkün mertebe slogan-vari kalıpların tahaddütünden ve tasallatundan azade etmeye bakalım. "Allah var gam yok" kolaycılığından sıyrılalım. Derdimizin kıymetini bilelim.Derdimizin bizi olgunlaştırmasına izin verelim, davetsiz bir misafir olarak gelse de gönlümüzde baş köşeyi ayıralım ona. Şu beyti hatırlayacaksınız:

“Dilde gam var şimdilik lutfeyle gelme ey sürur
Olamaz bir hanede mihman mihman üstüne...”

Ya baştan ayağa gam olan Fuzuli’nin şu beyti:

“Ney-i bezm-i gamım, ey ah ne bulsan yele ver
Oda yanmış kuru cismimde hevadan gayrı”

Elbette bir gamlı baykuş olun demiyorum. Darlığınızla, kasvetinizle oturup kalktığınız yerlere ümitsizlik serpin demiyorum. YaO anki duygu ve halet-i ruhiyenizle barışık olun, başa gelen bela ve musbete, bela ve musibet gibi mukabelede bulunun ve insani hallerinizin çarelerini slogan haline getirilen laflarda aramayın. 

Gamsa gam, neşeyse neşe...halimize razı olmak, ahvalimizin farkında olmak düşer bize. 

Fethullah Gülen, Ketencizade’nin şu beytini çok zikreder: 

“Yansam da ocak gibi gayre eylemem izhar
Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakar”

Bu beytin sözlerini de şöyle değiştirir:

“Yansam da ocak gibi gam eylemem izhar
Yakma beni nar-ı ağyara ey Gaffar u Settar”

Şeyh Galib ise testinin içinde olan mutlaka dışa da sızar diyenlerden:

"Gerçi gam-ı dil beyan olunmaz
Ateş gibidir nihan olunmaz" diyerek gamı izhar etmemenin kabil olamayacağını söyler.

Kan yutulsa da dava adına kızılcık şerbeti içtim diyebilme Gülen'in hayat felsefesinde önemlidir. Onun hem hayatında hem tefekküründe çile, ıztırap, hüzün, hafakan, gam-gin olma  hayati önemdedir.

Ne ki, Fethullah Gülen gerek kendisinin bir insan olarak, birey olarak, gerekse Hareketi'nin düçar olduğu eza ve cefaya karşı kayıtsız mı! Belki şahsına yapılanlara evet. 
Ama davası adına, Hizmet Hareketi'ne yapılan hakaretlere ve iftiralara asla! Hareket'e yapılan naseza ve nabeca itham, isnad ve iftiralara kayıtsız kalmıyor, gerektiğinde çıkıp cevap veriyor. Hiç bir şey olmamış gibi bir tavır sergilemiyor. O da belli ki Üstadı gibi "Bana elem veren yalnız İslamın maruz kaldığı tehlikelerdir" cümlesinden hareket ediyor. 

Çıktığı sohbetlerde, kendisini sevenlere moral motivasyon vermek için etrafa tebessümler mi yağdırıyor! Bu süreçte, bilakis, onun derdine dert katan, yapılan bunca zulme karşı, Hizmet Hareketi dairesindekilerden bazılarının dertsizliği...

Son süreçte, Fethullah Gülen'in ses tonuna, yüz ifadelerine, el ve kol hareketlerine dikkat ettiniz mi! Dert halinde, daimi bir iztırap ikliminde...Evet, bu kendisi için yeni bir durum da değil. O, her zaman teyakkuzda, her dem ıztırab yudumluyor, her an endişeli...ama kendisi adına değil.

Kendisinin haleti belki de "sussan olmuyor söylesen olmuyor" kıskacında:
"Takrir edemem derd-i derunum elemim var
Allahını seversen beni söyletme gamım var".

O da söylüyor, bütün bu olup bitenlerden dolayı geceler boyu uykusuz kaldığını...

 Ahmet Kurucan, Gülen'in bu halini şöyle tasvir etmekte: 
"Son iki yıl içinde birkaç defa kendi kulaklarımla duydum Fethullah Gülen Hocaefendi'den; “Eğer annem-babam, kardeşlerim, eğer evli olsaydım eşim, çocuklarım aynı anda ölselerdi; bugün ülkemizin içine düştüğü durum karşısında duyduğum üzüntü ve ıstırap kadar üzüntü ve ıstırap duymazdım.”

Bir başka yerde Gülen şöyle diyor:

"Arifin gönlün Hüda gam-gin eder, şad eylemez! Allahla azıcık münasebetiniz varsa ve Onu, rızasını, rıdvanını az biliyorsanız, irfana adım atmış sayılırsınız. Onun için de gönlünüzü hep gamgin eder şad eylemez. "Bende-i makbulunu Mevlası azad eylemez". Efendinin hoşuna gitmişse şayet, aad edip sen, hürriyetine kavuşturmaz.O sana bakar, sen de hep ona bakarsın. Bu karşılıklı bakış Cennet nimetlerinden, Cennet lezzetlerinden daha leziz, daha taravetlidir. Alah ona erdirsin"

 Gam-gin olmak, duyarlı olmak bir mümin hali... Düçar olunan bela ve musibete layıkı veçhiyle mukabelede bulunmak da.

Şikayet ettiğimiz dünün sloganlar dünyasından kendimizi kurtarmaya çalışırken bir başka sloganın esiri ve zebunu olmayalım. Bir müddet de o sloganın ağuşunda aram edip gönlümüzü eğlemeyelim. Evet, Allah da var gam da.

Ezcümle, ben dahi  Keçecizade İzzet Molla gibi derim:

"Ya Rab, ahvalimiz diğer-gundur
Derdimiz ömrümüzden efzundur".