Saturday, May 31, 2014

KİM DEMİŞ GİDECEK BAŞKA YER YOK!

Güzel'i gördükçe, güzel'e kafa yordukça...zihnen de hissen de hatta bedenen ve simaen  de güzelleşmemek mümkün mü! salih bir devrana dahil ettin de kendini, O seni eracife mi itti!

İstikrarla, dikkatle, titizlikle hayra kafa ve gönül yorsana...her dem hayrın izini sürmek, bir başka güzelliğe vesileler aramak...her dem "helmin mezid" aşk u şevkiyle yeni yeni limanlara yelken açmak "gaybet" kalesine iltica edip, burçlarında hürriyet bayrağını dalgalandırsana...

Kötü'ye eğer saplanır kalırsan, şerre, çirkine, eracife salarsan kendini; duygu ve düşünce bahçelerinde nasıl tomurcuklansın güller, laleler...
Nasıl inşirahla dolsun için dışın, nasıl şevkle pervaz etsin saadet semalarında... 
Tamam benim gibi hayal-perest olamazsın biliyorum, ama ne bu gercekçi olma saplantısıyla yüzüne oturttuğun o abus maske...
Sana söylediğim sadece gaflet vadilerinde  boğulmadan, sorumluluklarını  fevtedip de kendini elem ve üzüntü gayyalarına salıvermemen...şöyle aşk şevk suyuyla bir abdest alman ve yerinden doğrulman bir kez daha...

...şu anda sahip olduğunun, mesela bir nefes sıhhatin, kadr u kıymetini bilmen. Hani alimler bidikleriyle amel edince ilimleri artarmış ya, arifler de sahip olduklarına şükür ve hamdleriyle hem mana hem de madde alemlerinin sultanı olurlarmış ya... sen sultanı olacağın şeylerin kölesi gibi davranırsan nasıl azını çok edeceksin!

Korkuların, endişelerin, ataletin ve bikarar düşüncülerin seni senden uzaklaştırdıkça uzaklaştırıyor...

Niyetin gücü malum. "Niyet ve nazar, eşyanın mahiyetini değiştirir" diyor Usta. Madem ki her şeyin bir imtihan olduğuna inandığını söylüyorsun şu ölümlü dünyada, öyleyse başa gelenin keyfiyetinden çok, başa geleni senin nasıl alımladığının, yorumladığının daha önemli olduğuna da biraz kafa yoracaksın. 
velhasıl, aynı odanın içinde atalet ve nedamet hisleriyle ah u vah etmeyi bırakmanın zamanı geldi işte ŞİMDİ. 
Sakın deme gidecek yer mi var! baksana kapı ardına kadar açık. 






Wednesday, May 28, 2014

SENİ ANLAYAMADIK


Yazının başlığını Fethullah Gülen’in Gurbet Dergisi’ndeki bir yazısının başlığından ödünç aldım. Gülen, yazarlık kariyerindeki ilk yazılarını, İzmir’de 1965-1967 yılları arasında çıkan Gurbet’te yayımladı. Bu yazılar, Gülen’in entellektüel serüveninin evrelerini, dönüm noktalarını araştıranlar için başlangıç noktasıdır. Genç Gülen’in düşünce dünyasının biçimlendiği 1960'ların toplumsal, siyasi ve entellektüel bağlamında, bu yazıların kapsamlı bir muhteva ve üslup tahilili yapılmalı…
Gülen’in Gurbet’teki en erken yazılı verimlerinden, onun beslenme kaynaklarını, etkisi altında kaldığı düşünceleri ve mütefekkirleri, serdettiği düşüncelerinin özgünlük derecesini ve dönemini ne derece yansıtıp yansıtmadığı tespit edilmeli... Böylelikle, 1967’den günümüze uzanan süreçte Gülen’in düşünce çizgisini gözlemleyebilme, dolayısıyla düşünceleri hakkında yapılagelen tartışmaları sağlam bir zemine oturtma imkanı bulunabilir.
Fethullah Gülen’inin yazıları, vaazları, sohbetleri henüz kronolojik olarak değerlendirilmediğinden, biyografisi, ana kaynaklardan hareketle kapsamlıca incelenememiş, dolayısıyla da hakkında serdedilen yargılar, tekrar edilegelen yüzeysel değerlendirmeler olmaktan öte geçememektedir!
İzmir İmam Hatip Derneği’nin çıkardığı Gurbet dergisinde Nurettin Topcu, Nevzat Yalçıntaş, Saffet Solak, Yaşar Tunagür gibi dönemin önemli aydınlarının telif yazıları yanısıra, Fehmi Koru ve Abdullah Aymaz gibi o dönemde henüz öğrenci olan gazeteci ve yazarların da ilk kalem çalışmaları yayımlandı. Gurbet, döneminin diğer İmam Hatip dergilerinin genel karekteristiği olarak herhangi bir dini görüşün yayın organı olmamış, bilakis farklı İslami anlayıştanve gelenekten kalem erbabının yazabildiği bir platform haline gelmişti. Dergi, Seyyid Kutup, Mevdudi, Albert Camus, Nietchze gibi doğulu ve batılı yazarların tercümelerini yayımlayan, Said Nursi gibi o dönemlerde bile “mahzurlu” görülenbir din aliminden alıntılar yapan  bir İmam Hatip dergisiydi.
Gurbet Dergisi’nde toplam dört yazı kaleme alan Fethullah Gülen’in, döneminin  hareketli siyasi havasında güncel politik konulara girmeden, toplumun, özellikle de gençlerin ahlaki sorunlarına eğilmiş, toplumsal ve bireysel düzeyde Kuran ve Hadis temelli manevi bir bilinç teşekkülüne odaklandığı görülmektedir. Yazılarının başlıkları şöyledir, Gurbet, İnanıyor muyuz, Kapına Geldik ve Seni Anlayamadık.
Gurbet’teki son yazısı olan Seni Anlayamadık adlı denemesine bakarak yaklaşık yarım asır önce Gülen’inin serdettiği ilk düşünceleri ile bügünkü düşünceleri arasında irtibatlar kurmak mümkündür. Bu ilk çekirdek fikirler, onun düşünce çizgisini tespit etme adına önemlidir. Bu yazıda, Gülen’in Seni Anlayamadık yazısından hareketle güncel olan iki hususun altı çizilmeye çalışılacaktır: Gezi olayları ve siyasete girme meselesi.
Seni Anlayamadık adlı yazının kaleme alındığı 1967’nin Ocak ayında yirmili yaşlarını idrak eden Gülen, İzmir’de hem vaizdir, hem de İmam Hatip Talebelerini yetiştirme derneğine bağlı Kestanepazarı Kuran Kursu yurdunda idarecidir. Ege bölgesinde çevre ziyaretleri, kahvehane ve sinema salonlarındaki sohbetleri, Türk Ocağı konferansları gibi etkinliklerle  adıhem dini çevrelerde hem de İzmir’in seküler entellektüel ortamlarındaduyulmaya başlanmıştır. İki darbe arasında sosyal ve siyasi istikrarsızlıklar içinde çalkalanan1960’ların Türkiye’sinde gençler arasında ideolojik farklılıklar iyice belirginleşmiştir.
1950’lerde canlanan İslami düşünce , 60 darbesinin belirsiz ortamında dini dergilerde, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Eşref Edip, Ali Fuat Başgil gibi milliyetçi mukaddesatçı etkin kalemlerin eserleriyle ve çağdaş İslam alimlerinden yapılan tercümelerle yeni bir bilinç düzeyi kazanmıştır. Bununla birlikte, kültürel canlılığın ve üniversitelerdeki düşünsel ağırlığın solcu bir zemine kaymıştır. Marksizmin Türkiye’de altın çağını yaşadığı bu dönemde, Komunizmi hala en büyük tehlike olarak algılayan muhafazakarlar çevreler de, çocuklarını korumak, milliyetçi ve mukaddesatçı bir nesil yetiştirmek için, İmam Hatip Okullarını kutsal bir dava haline getirmiştir. Yine bu dönemde dini yayıncılık da hareketlenmeye ve çesitlenmeye başlamıştır.
Kırklareli’nden İzmir’e tayini çıkan Diyanet’in genç memuru Gülen, Abdullah Aymaz ve Fehmi Koru gibi ögrencilerin ricalarıyla Gurbet Dergisi’nde ilk yazılarını yazmaya başlamıştır.  Devrin bunalımlı havasında gençlere hitap etmenin önemini sezen Gülen’in, Gurbet’i genç okura ulaşabilmek için bir araç ve imkan olarak değerlendirdigini görüyoruz. Dindar bir öğrenciye ulaşabilmek maksadıyla belde belde gezen Gülen için, öğrencilerin çıkardığı ve gençlere hitap eden böyle bir dergi gerçekten de cazip bir platform olmalıydı!
Dil ve üslub olarak Necip Fazıl, muhteva olarak da “Dünya büyük bir manevi buhran geçiriyor” diyerek dönemin sosyal havasını özetleyen, Tek Parti rejiminin en zor şartlarında “Müspet Hareketi” mücadelesinin mümeyyiz bir ilkesi haline getiren Bediüzzaman’ın tesirlerinin görüldüğü Gurbet yazılarında Gülen’in ana temaları şunlardır; ülkenin içinde bulunduğu “manevi buhran”, bu buhrandan kurtulma ve korunma yolları, dertli ve müztarip birey olmak… Gülen’in yazılarının arka planında dikkat çeken hakim duygu ise gençlik için beslediği  ümittir. Nitekim, kendi ruhunu arayan bir neslin trajedisini resmettiği Seni Anlayamadık yazısının da ruhu bu ümitvar olma halidir.
Fethullah Gülen, 1960’ların siyasi arenasında marjinal sağ ve sola savrulan bu nesli Seni Anlayamadık yazısında “çilekeş bir nesil” olarak tanımlıyor, materyalizmin ve komünizmin pençesinde manevi çileler çeken idealsiz bir nesildir bu… Hiç kimseler tarafından dinlenmeyen bu “sahipsiz” nesille nasıl iletişim kurulabileceği Gülen’in ana sorunsallarından biri olarak yazısının her paragrafinda kendini hissettiriyor. “Sen bugün var kuvvetinle bağırıyor, etrafına bir şeyler anlatmak istiyorsun. Söyle sesini duyan,sözünü dinleyen birisi çıktı mı şimdiye kadar” sorusuyla Gülen, gençliğin “canhıraş feryadlarına”  kulak verilmesini istiyor.
Ona göre “hayat damarları kurutulmuş” ve “ duyguların esiri” haline gelmişbu gençlik, henüz kendi dertlerini dinleyebilecek bir muhatap bulabilmiş değildir, sesine ses veren sadece kendi feryadıdır. “Zaman senin dilinden anlar birini kaydeder mi?” diye soran Gülen ülke sorunlarına duyarlı, bu sorunlara çözüm yolları arayan “dertli ve muztarip” bir gençlik arayışı içindedir. Aşırı ideolojilerin ağına düşmüş gençliği kurtarmak Gülen’in bu yazısında dergideki diğer yazılarına göre daha çok öne çıkar.
2013 yazında Türkiye’de başgösteren Gezi olaylarıyla ilgili olarak Gülen’in “Gençleri dinlemek lazım” şeklinde de özetlenebilecek önerisi, bazı çevrelerce konjonktürel ve zamansız bir siyasi  çıkış olarak algılandı. Böyle bir yorum, 1960'lardan itibaren gençlerle kurduğu münasebetlerin dinamiğini eksik okumak anlamına gelir. Bu şekilde, Gülen'in1960'lardan bugüne toplumsal olaylarda benimsediği müteyakkız ama tedbirli ve müvazeneli tutumu da gözden kaçırılmış olur. Gülen'in 1960'lardan beri belirginleşen çizgisinin ana karekteristiği haline gelen bu tavrında, kendisinin  Risale-i Nur çizgisinden tesahüp ettiği Müspet Hareket ilkesinin belirleyici olduğunu düşünüyorum,.
Gençlerle rahatlıkla iletişim kurabilen, 1960’lardan beri idealize ettiği Altın Nesil  mefkuresine hayatını adayan Gülen’in Seni Anlayamadık yazısının son cümlesi: “Bizi afvet yavru, seni anlayamadık!”tır. 1979 yılında yayın hayatına başlayan Sızıntı dergisindeki ilk yazısının adı da, “Bu ağlamayı dindirmek için yavru” dur. Tespit edilebilen ilk günden bugüne kadar her fırsatta gençlerle birlikte olan, yakın çevresinde genç bir kuşağınvarlığını hiç eksik etmeyen Gülen’in, Gezi Olayları sırasında “ Bugençlerin sözüne kulak verin” anlayışını bu çerçevede değerlendirmek daha doğru olur ki, bu aynı zamanda,1960'ların ortalarından beri baş gösteren çok sayıdaki toplumsal olayda, Mavi Marmara olayı dahil, Gülen’in müvazeneli ve müspet tutum anlayışı ile tahlil etmek, onun düşünce sistematiği ile daha tutarlıdır.
İkinci olarak, Gurbet dergisindeki yazılarda öne çıkan diğer önemli husus, dönemin ayrıştıran siyasi havasına rağmen, Gülen’inin politikadan ve politik bir söylemden uzak durmaya gayret etmesi. Gülen’in, Gurbet dergisindeki yazılarında herhangi bir parti siyaseti gütmeyen, bireysel ve toplumsal bir dini bilinç oluşturmayı öncelediği görülüyor. Dönemin dergilerinde, polemikci, laikliğin ve Atatürkçülüğün yanlış uygulamalarını, komünizmi eleştiren çok sayıdaki politik yorumlara rağmen, Gülen bir vaiz üslubuyla ele aldığı “uyarıcı” yazılarında gençlere siyasi kamplaşmalardan uzak durmalarını, eğitimlerine devam etmelerini tavsiye ediyor.
Kendisini “siyaset üstü” konumlayarak siyasetin tıkandığı yerlerde kanaat önderi olarak belirttiği görüşlerle alternatif perspektifler sunabilme becerisinin, Gülen’in İslami anlayışından ve fikren beslendiği Risale-i Nur kültüründen geldiği söylenebilir. “Hakikat-ı İslamiye, bütün siyasatın fevkindedir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslamiyet’i kendine alet etsin.” diyen Said Nursi’nin anlayışı Gülen’in siyasete bakışında belirleyici olmuştur. Bu nedenle, Gülen’i siyaset sahnesine, parti politikalarınaçekmeye çalışmak, onun 1960’ların ortalarından beri benimsediği hizmet anlayışını eksik tahlil etmek anlamına gelir. Elli yıldır, sayısız darbeler yaşamış bir ülkede, hassasiyetle sürdürmeye çalıştığı hizmetlerine herhangi bir zarar ve şaibe gelmemesi için ihtimam ve itina göstermesi de kendisinin doğal bir hakkıdır.
Gülen’in 60 ihtilalinden sonra 70 ihtilaline doğru gidilen süreçte, siyasetten uzak durması, memleketin asıl hastalığına siyasi reçetelerle deva bulunamayacağı düşüncesi aslında o dönemin kimi aydınları  arasında da var olan bir düşünceydi. Mesela Nurettin Topçu da aynı dönemlerde, gerek Hareket gerekse Şule mecmualarında yazdığı yazılarında, siyasete mesafe koymuş, sohbetlerine katılan gençlere parti siyasetinden uzak durmalarını tavsiye etmistir.
Gülen, sözkonusu yazısında asıl cihadın gençlere imkanlar sunmak olduğunu belirtmektedir ki bugünkü cihad anlayışı arasında şaşırtıcı benzerlikler sözkonusudur. Henüz 1960'larda “Bir cihada atıldık. Ama yalnız senin ıztırap türküsünü söylüyoruz.Evet yaptığımız sadece bu.” diyen Gülen, günahkar ve mücrimler toplumu olarak tasvir ettiği  topluma, şu bu ideolijiler peşinde koşmak yerine önce kendi ruh ve mana köklerine dönmesini tavsiye ediyor.
Son olarak bu konuyla ilgili olarak bir anektod paylaşmak isterim.Arastırma konumla ilgili, 2013 Temmuz’unda Star gazetesi yazarı Fehmi Koru ile yaptığım söyleşide, tecrübeli gazeteci benimle,1970'lerin başında şahit olduğu bir görüşmeyi paylastı. Yazımı değerli kalemin sözleriyle noktalıyorum:
O zaman siyaset yeni yeni canlanıyor. 1969’da Milli Nizam Partisi kurulmuş, sonra 1971’de Milli Selamet Partisi olmus. O dönemlerde de artık Cemaat kendisini toplamıştı, kamplar düzenleniyordu. Hatırladığım o dönem Erbakan İzmir’e geldi, Hocaefendi o sıralarda bir yerlerde kamptaydı. Genç arkadaşlarla Erbakan onu ziyaret etti. Ama başarılı bir ziyaret olmadı Erbakan açısından. Erbakan iyi karşılandı, ağırlandı ve uğurlandı. Siyaset dışı kalma diye bir prensipleri vardır Nur camiasının. Orda bir daha görmüş oldum ben onu şahsen . Hocaefendi, istese siyasetle yakından ilgilenebilirdi, o ziyareti önemseneyebilirdi. Ama öyle olmadı. Sohbetler edildi ve Erbakan uğurlandı, o kadar.”

Saturday, May 24, 2014

Memleket İsterim














                MEMLEKET İSTERİM

Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.



Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.



Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.


Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;  
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.

Thursday, May 22, 2014

DÜNYANIN SONU DEĞİL A!...

Neden mahzunsun ki! Dünyanın sonu değil a!
İstediğinin olmaması, ne zamandır hayalini kurduğun şeyin gerçekleşmemesi ve altında ezilip kaldığın bu hayal kırıklığı... dünyanın sonu değil, biliyorsun! 
Öyleyse dostum, kendine bir iyilik yap da, bu karamsar düşüncelerden yakanı kurtarıver hadi şimdi; zira ki büyük haksızlık yapmaktasın kendine, içten içe yiyip bitirerek kendini...

Başa gelen şu tatsızlığın bizzat kendisi yetmezmiş gibi, şimdi de gereğinden fazla kafa yorup buna, olduğundan daha da kötü hale sokma vaziyeti. Savıver başından şu kara bulutları da, daha müspet ve manidar vadilere, ufuklara yelken açasın, birbiri ardına açılıp duran yepyeni imkan kapılarını göresin!

Öyle karamsar karamsar, ciddi ciddi konuşup durma Allah aşkına başa gelen şu talihsiz vakalar hakkında. İçindeki hayat şevkıni söndüriyorsun, yaşama sevincini ve gücünü tar u mar ediyorsun derin nevmidiyet kuyularında boğarak kendini...

Sorunlar elbette olacak, moral bozucu, sarısıcı vakalar... Başa gelmesi mukaderattan sayılan ve her biri imtihan vesilesi  olan bu olumsuzluklar yüzünden kendi kendine üzülüp durman, neden bu musibetler hep beni buluyor, bende yanlış olan ne ve neden işlerim hep kötü gidiyor, bir türlü yoluna girmiyor gibi düşüncelerle kendine kahretmen ve yazıklanman yerine...hatırlasana ne kadar güçlü ve iradeli olduğunu, bu sorunların üstesinden başarıyla gelebilecek yeteneklere sahip olduğunu...

Sana şunu tekrar tekrar söyleyeceğim: Bir çiçekle bahar gelmeyeceği gibi, bir rüzgarla da sonbahar ve karakış gelmez. Gelse de, ardı bahardır o kara kışın, merak etme! Başa gelen dertler, vaveyla ettiğin şu musibet dünyanın sonu değil. Bilakis. Bu sıkıntılar, edinebileceğin yeni becerilerin, alışkanlıların, deneyimlerin ve bilgeliklerin başlangıcıdır.

Gerginliğe paydos!...Müspet düşünerek her şeyün üstesinden birer birer geleceğiz...Zihnimizi, kalbimizi, aklımızı, ruhumuzu aydınlatacağız...ki yolumuz da aydınlansın, yeni imkanlar zuhur etsin ve yeni kapılar açılsın birbiri ardına önümüz sıra.




Wednesday, May 21, 2014

NE KADAR ZENGİNİZ


Cihan-ârâ cihan içindedir ârâyı bilmezler,
Ol mâhiler ki derya içredir deryayı bilmezler”  Hayali
Çoğumuz, çoğu kez görmüyoruz binlerce nimet ve ikramı; farkında değiliz nelere sahip olduğumuzun. Bir an durup düşünsek şu anda nelerin sahibiyiz ve bu sahip olduklarımız ne anlama geliyor ve ne kadar değerli bizim için. Sağlığımız, afiyetimiz, ailemiz...sağlıklı bir çocuğumuz, bizim için dua eden bir annemiz. Birbirinden değerli sayısız nimet ve ikramlarla sarıp sarmalanmışız. Bütün bunların hepsine birden sahip olmamıza gerek de yok. Sadece nefes alıp vermek... şükrünü eda etmekten aciz kalacağımız bir nimet!
Sahip olduğumuz nice nimet, miadı dolunca, zamanı gelince elimizden alınıyor ve alınmaya devam edilecek. Öyleyse şu anda, şu dakikada, bu yazıyı okurken... sahip olduğumuzun kadrini kıymetini bilsek! 
Halbuki gözümüz hep daha fazlasında ve elimizde olmayanda ya da başkalarına ait olanda... Bundandır minnettar ve müteşekkir olamadığımız; son tahlilde de mütmain olamayışımız... Huzurun minnettarlıktan ve kadir kıymet bilmeden geldiğini, aç gözlülükle ilgisi olmadığını unutuyoruz.
Şimdi...Şu an..Minnettar olacağımız, şükrünü eda etmekle mükellef olduğumuz ne çok şeyimiz var Allahım!
Herkes, kendine göre, kendi imkanlarınca müstesnadır ve zengindir, ama bunu herkes göremiyor! İnsanız nisyan ile malülüz.
Elimizdekilerin kadir kıymetini bildikçe, sahip olduklarımızla da yetindikçe artacak gönül zenginliğimiz...








GENÇLER..İNTERNET VE UYKU.

Çocuklarımızla aynı zamanları yaşamıyoruz sözünü eğitimcilerden çokça duymuşsunuzdur. Haklılar. Çünkü, çocuklarımız gece ayakta.. internetin başında “gece hayatı” yaşarken, gündüz derin uykulara yelken açmakta…Bizler ise gündüz işimizde gücümüzde…
Abarttığımı sanmayın! Kanada’da liseli gençler arasında gittikçe yaygınlaşan bir trend’den söz ediyorum. Ve son zamanlarda da yakın çevremden en çok şikayet duyduğum konulardan.
Hangi etnik köken ve dini gruptan olursa olsun… gençler haftasonunu iple çekiyor. Haftasonu onlar için, derslerden, okula gitmek zorunda kalmaktan azade oldukları, internetin uçsuz bucaksız koylarında koyakalrında serazad zamanlar geçirebilecekleri zaman dilimleri. Bana kalırsa, tam da zombileştikleri, fıtratlarına darbe üstüne darbe yedikleri sanal zamanlar.
Gençlerimiz henüz Perşembe gecesinden haftasonu moduna giriyor bile… Sonra tek başına ya da bir kaç arkadaş, kendi evlerinde ya da arkadaşının evinde, sabaha kadar internetin başında…
Malum, internette de yok yok. Gençler, gecelerini sosyal medyada birbirleriyle çetleşerek, birbirleriyle veya tek başlarına yeni çıkan oyunları binlerce kez oynayarak, filimler izyerek… tüketmekte!
Cumartesi- Pazar güneş ışıklarıyla beraber, yepyeni bir gün bütün hayatiyetiyle pırıl pırıl penceremizde parlamak üzereyken…uyksuz kalmış gözleri mahmur gencimizin göz kapakları yavaş yavaş kapanmakta ve sonrası tam gün sürecek bir uyku.
Dolayısıyla haftasonu ailecek bir şey yapabilmek, bir yerlere gidebilmek mümkün değil. Akşam yemeği saatinde hayata gözlerini açıp aramıza teşrif eyleyen beyzademiz ya da hanfendimiz gayr-i memnun bir edayla, ebeveynlerinin yanında bulunma lütfunu bahşettikten sonra tekrar uzlethanesine çekiliyor; sonra tekrar sabaha kadar internet.
Pazartesi okul var-mış! Elinde telefon, kafa yastıkta, umurunda mı dünya!
Kalkabilirse gidecek. Kalkamıyor. Ottawa-Carleton District School Board’un bildirdiğine göre neredeyse yüzde 50 lise öğrencisi Pazartesi günü ilk derslerde arazi…
Burada internetin malum melanetleri üzerinde değil de… uykunun üzerinde duracağım. En tabii, zihni ve bedeni beslenme kaynaklarımızdan olan uyku.
Ne yazık ki iyi bir gece uykusunun önemini, yetişkinler gibi gençler de tam idrak edemiyor! Texas Üniversitesi Sağlık Merkezi’nin 4000’den fazla genç, teenager, üzerinde yaptığı yeni bir araştırma çarpıcı sonucu ortaya koydu. Gençlerin uyku alışkanlıklarının sıkı sıkıya izlenerek ortaya konulan araştırmanın sonucu şu: Yeterli ve düzenli gece uykusu alamayan çocukların, gece uykusuna dikkat eden akranlarına nazaran tam dört kat daha fazla depresyon yaşıyor!  
Aynı şekilde Hastalıkları Kontrol ve Koruma Merkezi de, Amerikan lise öğrencilerinin yüzde 70’inin düzenli gece uykusunu tam olarak alamadıklarını tespit ediyor.
Zihinsel sağlık uzmanı Nicole McCance, uykunun okul yaşı çocuklarının beyin gelişimi için hayati önemde olduğunu belirttikten sonra, özellikle son iki yılda gençlerdeki uyku düzensizliğinin büyük artış gösterdiğini belirtiyor. McCance, buna sebep olarak, gençler arasında her geçen gün yaygınlaşan sosyal medya alışkanlığının olduğunu da ifade ediyor
McCance “Sosyal medya çocuklarda geç vakitlere kadar ayakta kalabilmeleri için bir baskı yaratıyor. Soyal medyadan çekilip uykuya gidenler, arkadaş grupları arasında popüler olamıyorlar. Bu sebeple, Amerika ve Kanada’daki lise öğrencileri, genel itibariyle gece yarısı 1’e kadar internetin başında. Uykusuzluk, öğrencilerde motivasyonsuzluğu ve gerçek hayata ilgisizliği de beraberinde getiriyor.
McCance’e göre, uykudaki düzensizlik, zihni, dolayısıyla düşünmeyi de etkiliyor. Uykusuzluk nedeniyle bezginliğe, daha kolay öfkenebilir olmaya, bedensel olarak aşırı ve daimi yorgunluğa yakalanan bir gencin, olumlu düşünebilmesi çok zor! Bu durumun az cok farkında olan liseliler için de, bu kısır döngüyü kırabilmek, bu sorunun üstesinden kendi başlarına gelebilmek mümkün değil.
Dr. Azmeh Shahid de bu sorunun gün be gün artan bir problem olduğunun altını çiziyor. Hastalarında son zamanlarda ortaya çıkan sorunların uykusuzluktan kaynaklandığına dikkat çeken Shadid, özellikle çocuk ve gençlerde uyksuzluğun tetiklediği heyecan, isteksizlik ve tedirginlik gibi devamiyet gösteren ruhsal modların yaygınlığını dile getiriyor. Uykusuzluğun nedenleri olarak da, sosyal etkenlerin yanında, çocuğun okul ve aile ortamında maruz kaldığı kimi olumsuzlukları işaretliyor.
İyi bir gece uykusundan bedensel olduğu kadar, duygusal ve zihinsel olarak da ziyadesiyle faydalanabileceğimizin altını özenle çizen  Nicole McCance, yazdığı Depresyonu Doğallıkla Yenebilmenin 52 Yolu adlı kitabında, çocuklarının uykularını iyice almalarına önem veren ebeveynler için bazı önerilerde bulunuyor. Bildiğimiz öneriler olsa da, yazıyı McCance’nin nasihatleriyle bitiriyorum:
Çocuklarınızın Haftasonu uykularını düzenleyin ve haftasonu sabahlarını haftaiçi sabahlarından farklı görmeden, erken kalkmalarını sağlayın. Haftasonları fazladan uyuma, sanki haftasonlarının fıtratında varmış ve doğalmış gibi bir zan sözkonusuysa, o anlayışı kırın.
TV, Bilgisayar gibi elektronik araçları uykuya gitmeden bir saat önce kapatın. Müzikten hoşlanan gençler için, sakinleştirici ve uykuya hazırlayıcı mahiyette enstrümental müzik faydalı ve rahatlatıcı olabilir. Işıklar kısılarak da adım adım uykuya gitme ortamı sağlanabilir.
Evinizin uyku ve dinlenme için ne kadar uygun olup olmadığığnı gözden geçirin. Ebeveynler, çocuklara, erken yatağa giderek örnek olmalı.
Çocuklarınızla zaman zaman belli fırsatlarla, uykuyu iyi almanın önemi üzerine, bir doğallik içinde konuşulabilir.
Yatak odalarında telefon, bilgisayar gibi arac ve gereçlerin kapatıldığından emin olunmalı. Yatak odasınının bir uyku yeri olduğu bilinci verilmeli.
Yazarımız en sonda da ılık süt içmenin faziletleri üzerinde durmuş.

Tuesday, May 20, 2014

YÜRÜYÜŞLERE DEVAM

Bu sabah da güneş doğmadan evvel çıktım yola..Bir saatlik tekdüze bir yürüyüş. 
Zihnim "kol kırılır yen içinde kalır", "yedirmeyiz" benzeri düşüncelerle meşguldü. 
Hakim tema, Bu Ülke'de muhalif olmak. Biliyorum bir çoğu için bu, ne lüzumsuz bir meşgaledir! İktidar nimetleriyle mest u mahmur ve "huzur" içinde olmak varken...Tedirgin laik ve sekülerlerimiz her zamanki tavırlarıyla bezdiren bir snopluk içinde, tatlı su muhafazakarlarımız ise "aman ağzımızın tadı bozulmasın" aymazlığında...
Neyse...
Bu arada, elmalar çiçek açmış, kazlar yavrulamış...her yer bir Sordum Sarı Çiçeğe musikisi icinde...
En iyisi bu güzellikleri görmek, bu İlahi neşideye kulak kesilmek..

Wednesday, May 14, 2014

DINDARLIK VE ZENGINLIK

Prof. Dr. Erol Göka, Yeni Şafak’ta din ve iktisat arasındaki münasetlerini, bir köşe yazısının el verdiği ölçüde, irdeleyen iki yazı kaleme aldı. Yazar, her ne kadar 1 Mayıs ile Regaib kandilinin aynı güne tevafuk etmesini sözkonusu yazıları için hoş bir vesile olarak görse de, Din ve Ekonomi alakası, yani manevi inkişaf ile maddi terakki arasındaki ilişkiler, üzerinde çok düşünülmüş ve tartışılmış bir konudur. Bununla birlikte, Göka’nın bu yapay gündem kakafonisi içinde böylesine hayati bir konuya köşesinde yer vermesi takdire şayan. Nitekim, bu konunun günümüz Türkiye’si ile yakından ilgisi var. Şöyle ki, son on yılda Türkiye’nin dindarlaştığı üzerinde çok yazılıp çiziliyor. İktidarda, lider kadrosu İslamcı gelenekten beslenmiş ve beslenmekte olan politikacılar var. Doğal olarak da Türkiye’nin sadece ekonomisi değil, dış siyasetten hukuka, sanata ve spora kadar güncel konuları da dini terminoloji ve argümanlarla ele alınıyor, tartışılıp değerlendiriliyor.
Erol Göka, ele aldığı din ve ekonomi kavramlarının önemini “Kim ne derse desin, tarihin işleyişine din veya ekonomi ya da ikisi birden yön veriyor” şeklinde ifade ediyor yazısının başında. Yazar, bu iki kavramı irdelerken, Prof. Dr. Ömer Demir'in Sentez Yayınları tarafından yayınlanmış 'Din Ekonomisi: İnanç, Zenginlik, Mutluluk' kitabını yazılarının merkezine alarak Demir’in kitabını gündeme getiriyor ve tanıtıyor okuruna aynı zamanda. Göka, Yeni Şafak’taki iki yazısının ana sorunsalını, din, zenginliğe yol açar mı sorusu bağlamında kurguluyor. Yazısının son cümlesinde de şahsi hükmünü şöyle veriyor: “Mesele yalnızca dindarlıkta bitmiyor; dindarlık görüntüde kalınca, bırakın ekonomik gelişmeyi sağlam bir kişiliği bile garanti etmiyor” Burada “görüntüde kalan dindarlık” sözünün daha da açıklığa kavuşturulması şartıyla, Göka’nın yazılarındaki bu anafikre, özellikle de günümüz şartlarında, katılmamak kabil değil!
Bu yazıda dikkat çekmek istediğim husus, Türkiye’de Din ve Ekonomi münasebetlerini irdeleyen çalışmalar yaparkan, özellikle bu konularda ürettiği akademik ve akademik olmayan eserleriyle, Türkiyeyi hatta bütün İslam Dünyası’nı çok çok geride bırakan Batı’da ortaya konulmuş devasa çaptaki külliyatları ve binlerce ürünü görmenin lüzumu…Son tahlilde de, bu yabancı eserlere tam manasıyla nüfuz etmenin yanında, bu konuda kendi öz kaynaklarımızı da tam bir yetkinlikle tahlil edebilmemizin ehemmiyeti… Bu ikisi olmadan yapılan  çalışmalar na-tamam olacaktır.
Göka’nın yazısından mülhem küçük bir araştırma yapınca şunun farkına vardım: David Landes’in bu konuda yazılmış ve genel okura da hitap ettiği için çok satanlar listesinde yer almış, milyonlar tarafından okunmuş ve klasikleşmiş eserinin henüz Türkçe’ye tercüme bile edilmediğini, hatta hakkında değil akademik bir yazı, bir tanıtım ve eleştiri yazısının dahi kaleme alınmadığını gördüm. Bilvesile, Harvard’da ekonomi ve tarih profesörü olan David Landes’in The Wealth and Poverty of Nations adlı geniş çaplı çalışmasını küçük bir yazıyla da olsa, gündeme getirmek istedim.1998’de yayınlandığında çok büyük tepkiler uyandıran, yirmi yıllık titiz bir çalışmanın verimi olan bu hacimli ve akademik eser, son bin yılda Dünya ekonomi tarihini, şaşırtıcı bir yetkinlik ve üst söylemle ele alıyor. Karşılaştırmalı global tarih ve ekonomi tarihi kategorilerinde değerlendirilebilecek kitabın dilsel özellikleri ve anlatımındaki caziplik bakımından kolay okunabilen bir eser olmakla birlikte akademik üslubun da hakkını veren bir tarzda yazıldığını belirtelim. Tükçe’de ne hikmetse akademik yazı deyince akıllara kuru ve ruhsuz bir anlatım geliyor. Üslubsuz ve sakil bir tarzda kaleme alınan çalışmalar, sanki sadece konunun erbabı ve uzmanları için yazılmış havasında oluyor ve kütüphane raflarında kaderlerine terk ediliyor. Oysa, rahatlıkla okunabilen Landes’in kitabı, sadece konunun uzmanları için değil, genel okur icin de heyecan verici keşifler sunuyor. Landes, kitabını güçlü ve ilginç tespitler, gözlemler, argümanlar ve analizlerle zenginleştirmiş. Kitap, dünyanın muhtelif coğrafyaları, kültürleri ve  milletleri arasındaki ekonomik farklılıkları, gelişmişlikleri ve geri kalmışlıkları irdeliyor; son tahlilde fundamental soruya tarihi pespektiften bir cevap arıyor: Neden dünyanın bazı ülkeleri zenginken bazıları yoksuldur?
Landes’e göre, Batı geçtiğimiz bin yıl boyu hem ekonomik olarak hem de kültürel açıdan dünyanın liderliğini yapmıştır. Bu Landes’in ana tezi… Tezini ispat için de kitap boyu sürekli Batı ile dünyanın geri kalan kısmını farklı hususlardan kıyaslıyor. Fakat mesela Haçlı Seferlerinde Batı’nın İslam Dünyası’ndan ne derece istifade ettiği hususuna yüzeysel değinen Landes, geçen bin yılda üstünlüğün Batı’da olduğu tezinde zaman zaman adil olmayan değerlendirmelerde bulunuyor. Batı’nın yanısıra Kuzey Amerika ve Japonya’ya özel önem veren Landes’e göre bu ülkelerin maddi refahı tesadüfi değildir! Bu başarının yüzyıllarca devam eden sıkı ve disiplinli bir çalışma ve gayretin sonucu olduğunu belirten yazar, Batı’nın iki önemli avantajı olduğunu öne sürüyor: Coğrafya ve Kültür. Bu iki faktör Batı’daki ekonomik büyümenin ve üstünlüğün temel belirleyicileri oldu.
İlk unsur olarak coğrafyanın uzun uzun üzerinde duruluyor. Dünya ekonomi tarihini bölgesel perspektiften analiz eden yazara göre, zengin ülkeler ılıman iklimli bölgelerde, yoksul ülkeler ise tropik ve sıcak bölgelerde konuşlamış oluyor.[1]  Ilıman iklimlerde yaşayan insanlar daha diri ve çalışkanken, sıcak bölgelerde yaşayanlar ise motivasyonları düşük ve uyuşuk oluyor. Bununla birlikte, zor iklimlerin olumsuz etkilerinin teknolojik gelişme ve imkanlarla giderilebileceğini savunan yazar, bu duruma da örnek olarak air-conditioning teknolojisiyle iklim olumsuzluklarını gideren, çölsıcaklarını serinleterek çalışma koşullarını iyileştiren kimi Körfez ülkelerini gösteriyor.
Landes’in ekonomik gelişmeyi etkilediğini ve temel belirleyicilerden olduğunu ileri sürdüğü ikinci husus olarak Kültür’ün daha fazla üzerinde duruyor. Batı’nın kendi içindeki kültürel farklılıklarının maddi zenginlik de yarattığı görüşünde Landes. Peşipeşine gelen teknolojik ak gelişmelerin ortak adı olarak kullandığı Endüstri Devriminin Batı’nın kendi içindeki çekişmelerle ivme kazandığını ve sonuç itibarıyla Batı’yı dünyanın diğer ülkelerinden çok daha zengin ve müreffeh kıldığını ileri sürüyor. Diğer yandan dünyanın büyük bir kısmı, Batı’da ortaya çıkan bu yeniliklere hazırlıksız yakalandı ve Batı’da başgösteren teknolojik ve dolayısıyla da ekonomik gelişmeler trenini kaçırdı. Landes, “Eğer ekonomik gelişmeler tarihinden sadece bir sey öğreneceksek, o da bütün değişikliği kültür’ün sağladığını bilmemizdir” sözü bu noktada önemli.[2]  Batı’nın kültürel üstünlüğü ile ilgili olarak, zengin anekdotal deliller ileri süren Landes’in, kültür’ün yerini ve önemini gereğinden fazla vurguladığı ileri sürülebilir, ancak ben bu konuda Landes ile aynı fikirdeyim. Kültür, sosyal hayatı biçimlendiren çok güçlü bir unsur. Güçlü kültürlerin güçlü ekonomi ve güçlü ekonomilerin de güçlü kültürler meydana getirerek gittikçe büyüyen bir salih daire yaratacağı düşüncesindeyim. Ekonomik gelişmelerin sağlam bir kültürel alt yapıdan yoksun olduğunda, asla uzun ömürlü olamayacığına inananlardanım. Kültür, bize kaynakları daha insani ve etkili kullanabilmemize imkanlar sağlıyor, insanları yaptıkları ve yapacakları işler hakkında şuurlandırırken, milletleri de dünya gelişmelerine daha uyumlu hale getiriyor, teknolojik ve ekonomik gelişmeleri sürdürülebilir kılıyor ve daimi terakki sağlıyor. Nitekim yazar da bu güçlü tezi, kitabına maharetle yedirmiş görünüyor.
Burada, Landes’in seküler bir kültür vizyonu olduğunu ve kültür’ü dinden özenle izole etmeye çalıştığının altını çizmek gerek. Landes, kendisi iflah olmaz bir kapitalist olarak, dini zaman zaman eleştiriyor da. Bununla birlikte, Protestan etik’in ve bu ahlak anlayışının Kuzey Avrupa’da oluşan zenginlikte oynadığı hayati önemin ve katkının altını çiziyor. Özellikle Kalvinistleri Avrupa’daki Endüstriyel Devrimin ana unsurlarından görüyor. Landes, din ve ekonomik gelişmeleri anlattığı, benim de bölümde, ne yazık ki İslamiyet’in modern dünyaya sağladığı katkılarını analiz etmede zayıf kalıyor. Hatta yazar, İslami,  Arap dünyasının ekonomik gelişmelerinde bir engel olduğunu ifade ediyor. Kuranın matbaada basılmasının dinen yasak olmasının, bilimsel gelişmeleri engellediği yönündeki bildik ama son derece indirgemeci tezi gündeme getiriyor.[3]  Kitapta Landes’in düştüğü en büyük hatalardan biri de İslam dünyasının geri kalmışlığını ele alırken, odağını sadece son 2-3 yüzyıla yoğunlaştırması… Mesela, İslam’ın Endülüs’te Batı medeniyetine katkılarını, Batı’nın Ortaçagının İslam için Altın Çağ olduğu konularına girmiyor bile.
Avrupa’nın üstünlüğüne dair tutkulu bir üslupla konuşurken Landes’in Avrupa-merkezli bir perspektiften baktığını daha net görebiliyoruz, ki yazarın kendisi de bunu inkar etmiyor. Nitekim Landesin kitabındaki anahtar konseptlerden biri European exceptionalism kavramıdır. Landes, bu meyanda Bernard Lewis ve Daniel Bell gibi mütefekkirlerle aynı görüşte. Bu görüşe göre Avrupa, her zaman kendisinin Doğu diyarlarından daha farklı ve üstün olduğuna inanır.[4]   Ortalama olarak son beş asırda Batı, kendi arasındaki büyük savaşlardan, toplumsal olaylardan, bölünmelerden geçerek, dogmaları sorgulayıp yeni ve yaratıcı fikirlere açılarak bu üstünlüğü sağladı. Batı’nın inovatif kültürü, saat, matbaa ve gözlük gibi günlük hayatta çok kullanışlı kimi icatları, barutu etkin olarak kullanması Batı’yı diğer medeniyetlerden çok farklı bir düzeye çıkardı.[5]
Landes’in zorlandığı bölümlerden biri, Batı zenginliğinin kolonyalism–emperyalism ile ilişkilerini tam açıklayamaması. Mesela “Fransızlar Cezayir’de malarya hastalığıyla mücadele etti ve aldıkları tıbbi tedbirlerle milyonlarca Cezayirlinin ölümünü engelledi, daha sağlıklı ve uzun ömürlü bir Cezayir mileti oluşmasına katkı sağladı [6] derken Fransız ordusunun 1954-1962 yılları arasında Cezayir’de yaptığı kıyımdan söz etmemesi ilginç. Kitabın 25. bölümünün baştan başa anti-kolonyel perspektiften iyi bir eleştiriyi hak ediyor. Yine, 1900’da, İngizlerin Hindistan’dan Çin’e kilometrelerce demiryolları döşediğini bunun da o ülkeler için çok faydalı olduğunu belirtirken, bu demiryolları fikrinin o ülkeleri gerçekten de ekonomik olarak zenginleştirmek mi yoksa, sömürgeciliği daha kolay yapabilme amacından mı kaynaklandığını tartışmıyor.
Landes’in Amerika’yı irdelediği bölümde de yine merkeze Batı’yı alarak, Amerikan başarısını bu yeni ülkenin Avrupa kültürüne kısa sürede uyum göstermesiyle açıklıyor. Mesela Güney Amerika’nın iklimsel özelliklerinin Batı kültürünü özümsemesine ve benimsenmesine engel teşkil ettiğini belirtiyor Landes. Çin’in de en büyük hatasını, yöneticilerinin despotik tavırlarının Batı teknolojisini red etmelerinde görüyor. Böylelikle Çin’in kendi ekonomik modernleşmesini bloke ettiğini ileri sürüyor.[7] Landes, Japonya’ya özel önem vererek, bu ülkeyi batılı olmadığı halde ilk endüstrileşen ülke olarak tavsif ediyor.[8]  Landes’e göre Japonlar yarışa geç girseler de güçlü kültürleri ve çalışma etikleriyle kısa sürede ekomonik gelişmelerini sağladıklarını belirtir.
Dünya ekonomik tarihindeki ana tartışmaları mümkün olabildiğince detaylı bir biçimde ele alan kitabın eleştirilebilecek önemli yönlerinden biri, her şeye rağmen, basma kalıp genellemelerden kendisini tamamen kurtaramamış olması; ki bunu daha çok Ortadoğu, Osmanlı ve İslam hakkındaki bölümlerde görebiliyoruz. Landes’in Müslüman ülkelere yönelttiği kimi sorular da var: Müslümanlar dini ve seküler matbaaya neden karşı durdular? İslami toplumlar tarih boyu neden despotik yöneticileri bağrına bastı? Kadın erkek arasındaki eşitsizlik ve dolayısyla kadını iş hayatına doğrudan katılmaması neden İslami toplumların karekteristiği haline geldi?  
Tartışmalı muhtevasına rağmen, kitap iyi araştırılmış ve yazılmış bir dünya tarihi olarak bir başvuru kaynağı önümüzde duruyor. Zaman zaman geçmişle günümüz arasında hoş münasebetlerin de kurulduğu iyi bir okuma. Landes, Batı hegemonyasının ve üstünlüğünün güçlü bir savunucusu olarak, dünyadaki çok sayıda kültürel, ekonomik ve teknolojik gelişmelerin ardında Batı’yı görür. Kitap bu yönüyle sanki başlıbaşına Avrupa’nın ekonomi tarihini anlatan bir çalışma gibi.
Kitabın en büyük başarılarından biri tarih yazıcılığındaki domine edici söylemidir ki bu yönüyle bu çalışma Avrupamerkezli perspektifin bir zaferidir. Eric.L.Jones'in The European Miracle (1981), Mancur Olson'un Rise and Decline of Nations (1982), Nathan Rosenberg and L. E. Birdzell'in How the West Grew Rich (1986), Charles Kindleberger'in World Economic Primacy (1996), Jared Diamond'in Guns,Germs and Steel: The Fates of Human Societies (1997) ve Thomas Sowell'in Conquests and Cultures: An International History (1998) adlı çalışmaları söz ettiğimiz Avrupa merkezli perspektiften yazılarak literaturde baskın bir söylem yaratmışlardır. Yalnızca Türkiye’de değil bütün İslam Dünyasında bırakın yukarıdaki kitaplar ayarında telif eserler kaleme almayı, sadece bu yazıya konu ettiğimiz Landes’in kitabı tercüme bile edilememiştir. Dolayısıyla Türkiye’de din ve ekonomi arasındaki ilişkileri tahlil ederken mevcut literatürü gözden geçirmeden yapılan çalışmalar hem müktesebat olarak hem teorik ve altyapısal açıdan eksik kalmaya mahkumdur. Bununla birlikte, bu konularda önemli eserlerden ve özkaynaklarımızdan olan Fütüvvetnamelerimizi tam okuyup tasnif edememişiz, kadim geleneğimizi artı ve eksi yönleriyle tam teşeküllü  çalışmalarla tespit edememeşiz. Ahilik teşkilatlarımızın tarihi ve felsefesiyle ilgili külliyetli çalışmalar yapamamışız! Dolayısıyla, öyle görünüyor ki bir süre daha Batı merkezli akademik söylemin tahakküm ve tasallutu altında imal-i fikr edeceğiz. Gel gör ki Batıda bu konularda kırk elli sene önce konulmuş temel eserlerden bile çok da haberdar olmayan bir akedemyamız var.
Ezcümle, İslam terakkiye manidir gibi fersude bir Renanyan düşüncesini geride bırakarak, acizane, dinin manevi gelişmelerin önünü açtığını, hayata gerçek manasını kattığını, sadece maneviyatı değil, maddiyatı da tanzim ettiğini ve terakkiye sebep olduğunu söyleyerek yazıyı noktalamak istiyorum. Ama dindar bir insan, tembelse ve atılsa, buradaki olumsuzluk dinin esaslarına ait değil, şahsın din anlayışına ve yorumuna ait olduğunu da kaydediyorum.  Eskilerin tabiriyle de diyanet (ritüeller, seremoniler…) artınca din ve ahlakın azalabilme tehlikesinin her zaman varid olabileceğini ekleyip yazıyı noktalıyorum!




[[1]]Landes, David S. The Wealth and Poverty of Nations, (New York: W.W.Norton & Copany Ltd.),p.5.
[[2]]Ibid., p.517.
[[3]]Ibid., p.52.
[[4]] Ibid.,p.31.
[[5]]Ibid., p.35.
[[6]]Ibid.,p.11.
[[7]] Ibid.,p.345.
[[8]] Ibid.,p.381.