Tuesday, July 12, 2016

PARALEL HİKAYELER 1

SÖZ

Sizin babanız verdiği sözü tutar mı?
Benimki tutmaz.

Çoktandır saymayı bıraktığımdan, kaç kez sözünü tutmadığını merak bile etmiyorum artık! Eskiden, babamın sıkısıkıya söz verip de tutamadığı her sözünden sonra kızgınlıkla odama çekilip saatlerce içim içimi yerdim…Neden, neden bir baba canından çok sevdiğini söyleyip durduğu oğluna verdiği sözleri tutmayı bir türlü beceremezdi!
Haftasonu sinemaya söz verir, unuturdu. Veya acil bir işi çıkardı.
Annemle bir aile pikniği planlardı, ev ahalisi iple çekerdik haftasonunu. Sonra pazar sabahı erkenden evden çıkıp gidiverirdi.
Kardeşlerimin ve benim hayalkırıklığımızı yatıştırmak, kaderini kabullenmiş anneme kalırdı:
“Polis arkadaşları geldi, önemli bir görev varmış yine. Ne yapmamı bekliyordunuz! Görev görevdir”
 Sonra, annem ve kardeşlerimle birlikte sahile iner, babamızsız piknik yapmaya çalışırdık! Babalarıyla futbol oynayan, mangal yapan, uçurtma uçuran çocuklara iç geçirerek…

Lunaparka, sinemaya, futbol maçlarına gitmek zaten hayaldi! Babamın söz verip de götürmediği bütün sinemaların hikayelerini sonradan okulda arkadaşlarımdan ağzı bir karış açık dinlemek yine bana düşerdi.

Bak, yine de sinema konusunda babamın hakkını yemeyeyim; sanırım o da çok isterdi gitmeyi. Ama zamanlamalarımız hep yanlış olurdu! Hatırlıyorum, bir kaç kez baba oğul sinemaya gitmişliğimiz vardır. Ama nedense filmin ortasında ya bir telefon ya da bir mesaj gelir, filmin sonunu getiremeden salondan apar topar dışarı çıkardık; beni eve bırakır bırakmaz "kahraman müdürümüz" yine sırra kadem basardı!
Evet, eve gelip gidenlerden duyduğum, babamın nasıl kahraman bir polis olduğuydu! Gurur duymalıydım! Hırsızların, kaçakçıların, kısaca “bütün kötü adamların” korkulu rüyasıymış babam…
Arasıra, kahraman bir polis müdürünün oğlu olmamın havasını da atıyordum doğrusu, başkomiser Servet Müdür’ün…
........
Bir sabah erkenden kalkıp da salona indiğimde dün akşam evimize ziyarete gelen babaannem, annem ve babamın birlikte sessiz ve biraz da gergin bir şekilde çay içtiklerini gördüm. Gece boyu uyumadıkları, uykulu gözlerinden belliydi. Babaannemin elinde dua kitabı vardı, dedem ise seccadesinde oturuyordu. Annem ve babamı ilk kez elele tutuşmuş görüyordum.
Dikkat çeken bu endişeli sessizliğe bir anlam veremiyordum. Annemin yanına oturdum, gözleri nemliydi. Kollarını omzuma attı. “Kahraman” polis babam da endişeli endişeli telefonuna bakıyordu.
Gözlerini benden kaçırdığını farkettim.
Kapı çalındı. Babam, annemın elini sıkıca tutup, “Sanırım geldiler” diyebildi. Kalkıp kapıyı açtı.
Kapımızda üç polis ve bir takım elbiseli kişi vardı. Babam yine o bildik görevlerinden birine gidiyor olmalıydı. Bu kez görev zor olmalı ki evdekilerin ağzını bıçak açmıyordu.

Babamın evden nasıl çıkıp gittiği göstermedi dedem bana. Elimden tutup içeriye çekti. Hızlıca pencereye koşup da bakınca, polislerden birinin babamı çok da saygılı olmayan bir şekilde arabaya itelemesi gözümden kaçmamıştı…Görebildiğim kadarıyla elleri de kelepçeliydi.
Çıkış o çıkış.
Babam günlerce eve gelmedi. Babaannem ve dedem bizde kalmaya devam ettiler, bir kaç akraba ve annemin arkadaşı da uğradılar, yemek ve bize küçük hediyeler getirdiler, annemin yüzü hiç gülmedi. Ev bir matemhane oldu, gelenler dua okuyup, başımı okşayıp gidiyordu. Zamanla pek kimse uğramaz oldu.
Haftasına varmadan, okuldaki arkadaşlarımın benimle daha az görüşüp konuştuklarını farkettim. Öğretmenlerimin de.
Hatta Türkçe hocamızın onca kişi ortasında yüzüme karşı, “Babanın nasıl bir hainlik yaptığını öğrendin mi bakalım” demesini hiç unutmayacağım! O gün kendimi eve zor attım.
“Hain mi? Kim?”
Annem de aynı dertten mustaripti. Apartmanda düzenlenen kadınlar gününe davet edilmiyormuş meğer bir aydır. “Zaten gidecek halim mi var” dedi. O beni teselli etmeye çalıştı bir süre, bu çocuk aklımla da ben onu.
....
İki ay sonra ben ve annem babamı ziyarete gittik.
Küçük kardeşlerim evde kalmıştı. Uzunca ve zorlu bir otobüs yolculuğundan, kapılarda beklemelerden, üst baş aramalardan sonra nihayet görebilmiştim babamı, kahraman Servet Müdür’ü! Eskiden başımı okşayan, tutup beni havaya atan polis abiler gitmiş, yerlerine bu abus çehreli kimseler gelmisti.
Aman Allah’ım bu benim babam mıydı? Ele avuca sığmayan, kendisiyle bir on dakika geçirebilmek için neler vermeyeceğim o adam gitmişti. Parmaklıkların arkasında, zayıflamış, süzgün ve mahcup biri duruyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, tuhaf bir şekilde sevimlileşmişti de.

O günü hiç unutamam! Dönüşte eve gelinceye kadar annem de ben de ağlayıp durmuştuk.
Okullarun kapanmasına iki ay daha olmasına rağmen okuldan soğudum,  bakkaldan ekmek, gazete gibi şeyler almak dışında sokağa çıkmıyordum bile. Dedem ve babaannem bizimle kalmaya devam ediyordu.
Onüçüncü doğum günüm evde biraz buruk geçti. Yeğenlerim bile gelmedi kutlamaya. O haftasonu hapishanede kutladık baba oğul. En güzel doğumgünü partim bu hapishanede kutladığımdır.
Artık sadece Pazar günlerini bekliyordum. İstanbul’u otobüslerle baştan başa geçip hapishaneye geliyorduk. Babamla aramdaki tüm engellerden, yollardan, otobüslerden, duvarlardan… nefret ediyordum.
Babam günden güne zayıflıyordu. O, gülmeye, bize güç vermeye çalışıyordu. İngilizcesini ilerletiyormuş içerde. Benim derslerimi soruyordu, şimdi ise ben geçiştiriyordum babamın sorduğu hoşuma gitmeyen soruları. Şu cümleler ağzımdan dökülüp gidiyordu:
“Dersler çok iyi, arkadaslarımla çok iyi geçiniyorum, kardeşlerime iyi abilik yapıyorum, anneme yardım ediyorum….”
Babam bir ara bana,

“Biliyor musun koçum, senin geleceğin günün gecesinde gözüme uyku girmiyor, yolunu dört gözle bekliyorum. Beni yalnız bırakmadığın için çok teşekkür ederim. Seninle nasıl gurur duyuyorum bir bilsen!”
“Ben de öyle baba, merak etme her Pazar geleceğim, söz. Annem hasta bile olsa yanıma birini bulup buraya geleceğim, söz!”
O an, babamın ilk kez ağladığını gördüm; dudaklarımdan ardı ardına dökülen “söz, söz” kelimeleri sanırım çok dokunmuştu ona.
Sımsıkı sarıldık. “Görüşme bitti” sözüne kadar.
“Baba” dedim, 
çıkarken, 
“Ben ne kahraman ne de hain bir Servet Müdür istiyorum. Ben babamı, seni istiyorum. Bir gün buradan çıktığında, kolkola girip de İstiklal Caddesinde sinemaya gidebileceğim babamı istiyorum!”

“Söz” dedi Servet Müdür. “Gün gelecek onu da yapacağız. Baba sözü.”

Monday, July 4, 2016

ŞEFKAT TOKATLARI VE HİCRET…



Risale-i Nur Hareketi’nde, sıklıkla okunan kitaplardan biri Lemalar’dır. 
Dili, üslubu, ele aldığı konular caziptir.

Külliyatın müellifi Bediüzzaman Said Nursi, enbiya kıssalarından, hastalık ve yaşlılık tecrübelerinden, Hareket içindeki kardeşlikten, hizmetinin genel umdelerinden söz eder Lemalar’da; kendisinin ve talebelerinin hayatından ilginç hikayelerle işler dini konuları...

Lemalar’da, sanırım, en sıklıkla ve severek okunan parçalardan biri 10.Lema, yani Şefkat Tokatları bahsidir.

Bediüzzaman’ın, “hizmet-i Kuraniye’de arkadaşlarımın beşeriyet muktezası olarak sehiv ve hatalarının neticesinde” maruz kaldıklarını düşündüğü Şefkat tokatları, Nur Hareketi’ne mahsus bir konsepttir. Bediüzzaman bu hususu kavramsallaştırmış, hareketinin önemli bir karekteristiği haline getirmiştir.

Benzer konsept, diğer dinlerde de vardır! Bela ve musibetlere birer İlahi ihtar ve ikaz olarak bakmak yaygındır dünya dinlerinde. 

Allah, Rahimdir, Kerimdir; ama aynı zamanda Adil’dir de…

Yine aynı gelenekten beslenen Fethullah Gülen de şöyle tanımlıyor Şefkat tokatlarını:

“Sevenin, sevdiğine, sevgi eksenli, onu doğru yola getirme maksadıyla, kulağını çekme, azarlama mânâsına gelen tatlı bir ikazdır.

Gülen Hocaefendi’ye göre böyle bir tokat  “o insanın ders almasına ve istikamet kazanmasına vesile olabilir”

Risalelerde geçen Şefkat Tokatları’nın anahtar cümlelerden biri şudur:

“Halbuki Hizmet-I Kuraniye’de bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Ta, ihlasla, ciddiyetle, hizmet-i Kuraniye’de bulunsun”.

Ve ekler, Bediüzzaman, “Hangi maksadım beni iğfale sevk etmişse, onun aksi ile tokat yedim”.  Bana göre meselenin bamteli işte burasıdır.

Mesela kardeşi Abdülmecid hakkında “ maksadının aksiyle şefkatli bir tokat yedi” der Bediüzzaman.

Talebelerinden kimisi, arkadaşlarının “manevi şerefini kafi görmez” şefkatli bir tokat yer, sonra ehli dünya,  kimi talebelerinin “zayıf bir damarından”, kiminin ise “safvet-i kalbinden” istifade eder; Nur talebelerine yine kendilerini intibaha getirecek bir şefkat tokadı yemek düşer.

Bediüzzaman, talebelerinin maruz kaldığı şefkat tokatlarından, onların da müsaadesiyle söz ederken oldukça temkinlidir.

Mesela “Hizmetin pek mühim bir azası” olarak nitelediği Hulusi Beyin maruz kaldığı Şefkat tokadını anlatırken, şunu da eklemeyi ihmal etmez: “Hulusi’nin kalbi çendan layetezelzel idi”.

.......

Şefkat Tokatları konseptinin psiko-analitik ve narratif terapi teorileriyle İslami perspektifli okumaları yapıldığında, ilginç sonuçlar vermesi muhtemeldir.  En azından, Utanç ve Suçluluk duygusu kavramlarıyla tahlile değer bir risaledir Şefkat Tokatları...

Şefkat tokadı, kişiye utanç yerine ondan daha hafif bir algılayış olan suçluluk duygusu verir; ona muhasebe ve sorumluluk duygusu aşılar.

Kişi, yanlış yaptığına inandığı bir eylem, bir davranış için cezasını bulduğunu, bu cezanın da Allah’tan bir ikaz ve ihtar olduğunu düşünür; dersini, ibretini alır, derlenip toparlanır.

Şefkat Tokadı’na inanmak -paranoya olmamak kaydıyla- teskin ve telkin edicidir. 
Kişi, değerlerine zıt bir davranış sergilediğine inandığından dolayı bir bela ve musibetle karşılaştığında, tevbe eder, af diler;  Allah’a iltica eder, onun hikmetine ram olur.
Kimse de hatadan hali değildir. Elverir ki hatasını görüp anlasın, yanlışından dönebilsin!

........

Bediüzzaman, kendi yediği Şefkat Tokatlarını anlatırken daha rahattır!
10. Lema’da kendisinin, kardeşinin ve yakın talebelerinini başından geçen 15 hikaye anlatır. Herbiri neredeyse birer paragraflık öykücükler. Kıssanın değil, hissenin nazara alınması gereken kısa anlatılar...

İlk önce, misal nev’inden anlattığı kendi hikayesinin anafikri şudur:

Ben şahsi kemalatıma odaklanmak istedim, ancak kader beni diyar diyar sürdü; maksadımın aksiyle tokat yedim.

Belli ki, Bediüzzaman, diyar diyar sürülmesinin hikmetini arıyor; bunu da Şefkat Tokatları olarak değerlendiriyor. Kader-i İlahi zulmetmez diyor. Kaderi tenkit etmiyor. Hayra yorması, güzel görüp güzel düşünmesi... Tam bir pozitif psikoloji!

....

Şu mahut süreçte de dünyanın her yerine olduğu gibi Kanada’ya da çok gelen kimse var. Birbirinden değerli, bulunduğu her yere ve ortama kıymet katacak insanlar...Farklı farklı hikayeler. Ağır travmalardan geçenler de var, daha rahat görünenler de...

Yaşlarına, başlarına bakmadan yurtlarını yuvalarını, mahallelerini, işlerini, akrabalarını, evlatlarını... terk etmek zorunda kalanlar. Macera peşinde değiller. Hizmetin kendilerine verdiği bir vizyonla, cesaret ve rahatlıkla bir arayış içindeler... Bir sevk-i İlahi ile  yer yer gezdirildiklerinin idrakinde mütevekkil bir halde çoğu!
Kendilerinden önce dünyanın her bir yanına, kendileri gibi hisseden kimseler gidip oralarda yerleşikleştiğinden, yeni gelenler ciddi zorluklarla da karşılaşmıyor. Gittikleri her yerde kendilerine ehlen ve sehlen hoşgeldiniz diyebilecek birileri var...O yollardan daha önce birileri bedeller ödeyerek geçmiş zaten!

........

Türkiye’de işler düne kadar güzeldi, rahattı. Maaşlar zamanında yatıyordu. Temizliğe çağrılan hanım, işlerin havale edildiği sekreterler...
Tayin çıksa da, ev aldık deyip gitmemeler...
Kıdem...

Mahalle değiştirmeler, sınıf atlamalar...
Kiralardan çıkılıp "nezih" semtlerde ev barklar...
Excel dosyalarındaki rakamlar büyüdükçe büyüyordu. 
Toplum nezdindeki itibara da diyecek yoktu...
Kalplerde sinsice “yuvalanan” şu hayat pek güzel bir şeydi doğrusu...

Sadece... belki arabanın modeli değiştirilmeli, artık tatile köye değil de Avrupa’ya uçulmalı, davetlerde en önlerden yerler ayrılmalı, hoşamedilerle mukabelede bulunulmalıydı...Hizmet değil mi, atlanır uçağa nerelere olsa gidilirdi...

Bu bahis uzun, bu hamur çok su götürür; zülf-i yare dokunmamak için kısa kesilmesi en hayırlısı...

............

Bediüzzaman, Lemalar’daki İhlas Risalesi'nin her onbeş günde en azından bir kez okunmasını tavsiye ediyor.

O yolun yolcuları, en azından bela ve musibet zamanlarında Şefkat Tokatlarını, yeniden taze bir niyet ve nazarla... okumaları da iyi olur.

Sadece, insanlar değil, bazen hareketler de şefkat tokatı yiyebilir! 

Bu, Fethullah Gülen’in yaklaşık 10 yıl önce dile getirdiği gibi bir “Cemaat enaniyetin”den de olabilir, bir Cemaat rehavetinden de...

10.Lema’yı....
okurken, sadece Bediüzzaman ve talebelerinin başından geçmiş hikayeler, menkıbeler gibi değil, kendi Şefkat tokatlarımızı anlamaya vesile olacak şekilde...

......

Ben de, belki, ileride o Bediüzzaman cesaretini ve açık yürekliğiliğini bulursam kendimde, yediğim onlarca Şefkat tokadını tadat ederim buralarda.


Evet, şu dünya denen misafirhanede, kişi çoklukla maksadının aksiyle tokat yiyor

Bir Kavmin Seyyidi mi dediniz? İki Ramazan Hatırası.

Kanada’da bu yıl da Ramazan yoğun geçti.
Özellikle Türk Kültür Merkezleri, Diyalog Merkezleri gibi kurumlar, birbirinden farklı Ramazan programları düzenledi. Ülke genelinde 12 şubesi olan Kültürlerarası Diyalog Kurumu programlarını iki ana başlık altında topladı:
  1. Farklı kurumlarla birlikte verilen iftarlar: Dini kurumlarda, polis, itfaiye merkezlerinde, çeşitli etnik gruplara ait toplum merkezlerinde, üniversitelerde ve farklı sivil toplum kuruluşlarında verilen iftarlar.
  2. Komşunla Tanış konsepti altında, Müslüman evlerine Müslüman olmayanların davet edildiği İftar ve Sahur programları.
Yine çatısı altında barındırdığı onlarca STK’sıyla birlikte Kanada genelinde faaliyet gösterenAnadolu Kültürleri Federasyonu da programlarını iki başlıkta topladı:
  1. Türk Kültür Merkezleri ve Türk eğitim kurumlarında, toplum üyelerine her akşam verilen iftar yemekleri, hafta sonları yapılan sahur programları.
  2. Kanadalı gayrimüslimlerle birlikte düzenlenen mahalle iftarları, şehir merkezlerinde organize edilen halka açık çadır iftarları…
Ben de yaşadığım şehir Kitchener’da ve aynı zamanda Montreal ve Toronto’da bu iftarlara katılma imkanı buldum. Gurbette Ramazan’ın sadece manevi değil, toplumsal faydalarından da yararlanmaya gayret ettim.
Geçtiğimiz gece, Anadolu Kültür Merkezi’ne sürpriz bir ziyaret gerçekleştiren, Bulgaristanlı, İranlı ve Pakistanlı akademisyen dostlarımla uzun uzun sohbet etme imkanı buldum. Özellikle İranlı ve Pakistanlı dostlarımla Ramazanın güzellikleri yanı sıra şu konuyu da irdeledik: Neden İslam Dünyası ahlaken tefessüh ederken, Kanada’daki seküler etik değerler, insanların belli açılardan tastamam İslamca bir hayat yaşamalarına imkan tanıyor? Herkes, Kanada’da gözlemlediği örneklerle katıldı sohbete: Kul hakkına azami riayet eden, kibar, yardımsever, doğru söyleyen, hakkı savunan, çalmayan çırpmayan….Kanadalılardan söz ettik örnekler sıralayarak.
Ben bu Ramazanda yaşadığım iki örnek sundum onlara. Burada sizlerle de paylaşmak isterim..
Birinci tecrübem:
Kültürlerarası Diyalog Vakfı, Wilfrid Laurier Üniversitesi’nde iftar programı düzenledi. İftara üniversiteden en üst düzeyde katılım oldu. Programın yapılacağı salona girdiğimde, iftara hala bir saat vardı. Salonda üniversitenin dekanı ile birlikte bir başka kimseyi daha gördüm. Birlikte tatlı bir telaşla masaları, sandalyeleri düzenliyorlar, masalara masa örtüsü ayarlama, çay, kahve gibi içecekleri hazır etmeye çalışıyorlardı. Dekan beyi tanıyordum ancak, diğer beyle sonradan tanıştım. Kendisi ana muhalefet partisinde liderlik yarışı içindeki bir milletvekili; Michael Chong. Belki de yakında Kanada Başbakanı olabilecek isimlerden biri… Kendisini nazikçe takdim ettikten sonra adeta bir ev sahibi gibi işine devam etti. Programın sonuna kadar kaldı ve tekrar masa ve sandalyelerin yerine yerleştirme işini tamamladı.
İkinci gözlemim:
Yaşadığım şehirde helal gıdalar satan modern ve büyük bir market var. Sahibi El Ezher mezunu alim ve mütedeyyin biri, Abdulkadir Kishki. Ailece iftara davet etti bizi. 15 kişilik bir iftar. Şehrin Belediye Başkanı da orada. Yemekler yendi, sohbet, çaylar… Belediye Başkanı Berry, son derece sempatik, rahat ve mütevazi bir insan; saatlerce orada kaldı. Hırvat göçmeni bir siyasetçi. Kanada’ya 4 yaşlarındayken gelmiş. Şimdi Belediye Başkanı. Hırvatistan-Türkiye maçlarını konuştuk. Berry, gece sonunda mutfağa gitti, ıslak bir bezle geri döndü ve başladı masaları silmeye. Dahası mutfağa geçti, bulaşığın başına. Ben resim çeker gibi oldum, gülümseyerek neden çekiyorsun dedi.
Hz. Peygamberin sözünü hatırlatmanın sırasıydı: “Bir kavmin lideri o kavmin hizmetkarıdır.”
Bu söz İslam beldelerinde ne kadar geçerli?
2013’te Türkiye’ye gidince, Meclis’e uğramıştım. Milletvekillerinin o devletlü hallerini gördüm. Meclis bahçesinde alay-ı vala ile salınmalarını… Sonra, gerek devlet, gerek özel üniversiteleri ziyaret ettim, oralardaki sekreter, odacı, çaycı, şoför teşrifatını, bürokrasisini gördüm. Rahatsız oldum.
O hadisleri, kelam-ı kibarları hatlarla yazdırıp çerçeveleterek odalarımızın baş köşesine asmakla olmuyor beyler.

Saturday, July 2, 2016

Hizmet ve Üslup Hakkında Bazı Mülahazalarımı Şamildir -1

“Şahsın üslub-ı beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir
                                                                              Said Nursi

Eskiler üslub yok esalib vardır demişler.
Sonra, usül esasa mukaddemdir demişler.
Söyleyişin, söylemin önüne geçtiğini, veya en az onun kadar mühim olduğunu vurgulayagelmişlerdir. Bu meyanda, gerek sözlü kültürümüzde, gerekse hikemi divan edebiyatımızda zengin bir müktesebat var! Oralardan üslup kuramları çıkarılabilir.
......
Gelelim yazımızın başlığına: Hizmet ve üslup.
Hizmet Hareketi, nev-i sahsına mahsus ve münhasır bir hareket.
Bidayetinden itibaren, diline ve üslubuna özen göstermiş bir hareket. Yaklaşık olarak yarım asırlık tarihinde, kendi içinde dil, üslup ve kültür karekteristikleri vücuda getirebilmiş bir hareket…
…….
Malum süreç’te hareketin dili ve üslubu sorgulandı. Hareketin hem içindekiler, hem de dışındakilerce... Evet, hep tartışılıyor: Hizmet Hareketi, süreçte algıyı iyi yönetemedi. Halka hitap eden mesajlar üretemedi. Kimi zaman çok yumuşak, kimi zaman da çok sertti!

Geçen üç yıllık zaman zarfında, Hareket’in dil ve üslubunun siyasette, matbuatta, halk nezdinde, Hareket’e gönül verenlerin kendi aralarında….nasıl ve hangi suretlerde biçimler aldığını görme imkanları elde ettik; bu dil ve üslubun hangi mahiyetlere bürünebildiği, esnekliği, rijitliği hakkında genişçe gözlem ve malumat sahibi olduk. İleride bu önemli malzeme daha iyi değerlendirilecektir.

…….

Öncelikle şunu kaydedelim ki, Hizmet Hareketi’nde tekelci bir sesin olmadığı, bilakis çeşitli üslupların, telakkilerin, kavrayışların, tavırların… sözkonusu olduğu ayan beyan görüldü. İlahiyatçı ile Sosyal Bilimci vakaları gayet tabii birbirinden farklı değerlendirdi. Bakalım, bunun tastamam bir zenginlik olduğu kayıtsız şartsız, önyargısız… ne zaman kabul edilecek!

Hareket’in dilini belirleyen iki üç temel unsur var: 
Risale-i Nurlar, 
Fethullah Gülenin yazı ve sohbetleri, 
Hareket medyası, hassaten de Zaman Gazetesi ve Sızıntı Dergisi…

Bu dil ve üslub, Türkiye’deki diğer dini cemaat ve gruplarla mukayese edildiğinde kısmen kristalize olmuş bir dil ve üslubtur; genel anlamda da, istisnaları olmakla birlikte, gerek kelime kadrosu, gerek cümle kurgusu, yapısı, tonlaması... ile emsallerinden üst düzeydedir denebilir. Kendi içinde kodları, özel anlamları ve anlaşma ve anlama biçimleri de ihtiva eden kapalı mahiyetli bir dil. Sembolleri, ritüelleri, mecazları, istiareleri, teşrifatı… da olan…
Bilenler bilir, bu dilin asıl şekline ben, “letafetli ve halavetli, maneviyat debisi yüksek bir lisan”; mihaniki ve rutin şekline ise, Hizmet Dili ve Edebiyatı diyorum. Ki bu bir bahs-i diğer.

…..

Yine bir bahs-i diğer husus da, bu dilin, irfan üretebilme ve daha otantik münasebetler inşa edebilme kabiliyeti omasına rağmen, yaran arasında araba sigortaları, ev mortgageleri, barbekü muhabbetleri, genel ailevi ve siyasi meseleler gibi harcıalem konular dışına çıkıp daha derin, tatminkar ve özgün sohbetlere, musahabe ve müzakerelere hangi düzeylerde vesile kılınabildiğidir!

……

Kişinin ahlakı ve gerçek karekteri öfke, telaş, panik, stres…gibi anlarda ortaya daha iyi çıkıyor ya, sosyal hareketlerin de öyle.
Havuz medyasının kara propaganda ve iftiralarına, Hizmet Hareketi’nden kimi insanlar, özellikle sosyal medyada, aynı üslupla cevap verme yolunu ihtiyar etti. Arsız kadar cesur olamayacaksak yaklaşımı, Hizmet’in o bildik dengeli ve dengeleyici üslubunda kimi tavizlere sebebiyet verdi. Acizane, başından beri üsluptan taviz vermeden, söylenmesi gereken her şeyin söylenmesi yolunu tercih ettim. İşte bu üslubun ne ve nasıl olması gerektiği de yeterinde ele alınmadı, irdelenmedi. Ortalıkta sadece düşünceyi boğan üslup zaptiyeleri türedi.

Yine de insafla kaydetmek gerekir ki, bunca çirkeflige ve ağza alınmayacak küfürlere, tezyif ve tahkirlere rağmen, Hizmet Hareketi’nden bir kaç minor misal müstesna, küfür işitilmedi. Bu tür muarazalarda üslubumuz namusumuzdur sözüne umumiyetle sadık kalındı.

Sürecin başlarında kısmen daha agresif ve savunmacı bir üslup sergiyen Hareket, zamanla maruz kaldığı tüm zorbalıklara rağmen, kimi zaman daha umarsız, nüktedan ve müstağni, kimi zaman da zalimin pervasızlığına ve aymazlığına cevaben daha cesur bir dil ve üslup koydu ortaya.

…….

Fethullah Gülen, dil ve üslupta, bütün bir dini heyecan ve helecanına rağmen, mülayemet ve kavl-i leyyin sahibi bir hatip.
Yayımlanan kimince mülaane kimince de beddua olarak tavsif edilen sohbeti,  Havuz medyası tarafindan başarıyla kara propagandaya malzeme yapıldı. Bu sohbet de Hareket’in süreçte tonunu, dil ve üslubunu belirleyen önemli parametrelerden biri oldu: Zulmü, Allah’a havale eden meydan okuyucu bir üslup.

….

Hizmet ile kurumsal bir irtibatı olmayan ama kendisini Hareket içinde gören veya Hareket’e sempati besleyen kimi insanların da, özellikle sosyal medyada “uygunsuz” dil ve üslup kullandıkları görüldü. Bu da Hizmet’teki çoğunlukça tasvip edilmedi.
Üslupta ayarı tutturamayan kimi genç kuşaklar, Hareket’in “ağır ve tecrübeli  abileri”nce eleştirildi. Ama sosyal medya çağında, post-postmodern çağda herkes herşeyi söyleyebilmekte.
Hizmet Hareketi içindeki çoğunluk, daha önce sosyal meselelerle ilgili olarak sıklıkla kullandığı yuvarlak, yüzeysel, komplocu bakan genel ifadelerden uzaklaştı; onun yerine daha net ve anlaşılır konuşmaya başladı.
Evet,idare-i maslahattan içtinap edilmeli. İnsanlar birbirleriyle daha cesur konuşmalara, önyargısızca, empatiyle girişebilmeli, dahası birbirini sonuna kadar dinleyebilmeli. Üslub sadece konuşurken değil, belki de en güzel dinlerken belli oluyor.


Üslub-i beyan aynıyla insandır diye tercüme etmiş Recaizade Bacon’dan.
Üslubumuz sadece namusumuz değil, tastamam kendimizdir de...
Bununla birlikte,artık üslup tartışmalarının bir adım ötesine geçilmeli.
Herkes istediğini üslub-i münasiple beyan edebilmeli.  Kimse kimsenin sadakatini sorgulamamalı, çetelesini tutmamalı.

Yukarıda da değinildiği üzre, tebarüz etti ki, Hizmet’te birden fazla ses var, binlerce ses var.
Ne büyük bir zenginlik! Bu çeşitlilik Hareket’in birlik ve beraberliğini bozmaz; onu amacından saptırmaz, bilakis şakirdan arasındaki uhuvveti ve münasebetleri güçlendirir; Hareket’in gidişi daha sağlam bir istikamete sokar. 50 yıllık Hareket, bu olgunlukta ve keyfiyette. Üslubun haddinden fazla önemsendiği ortamlarda sadece düşüncel durağanlık yaşanmaz, alınma, gücenme de çok olur ve otantik münasebetler kurulamaz. Büyüme olmaz, daralma olur!