Friday, February 28, 2014

SENİ ANLAYAMADIK!!!


Yazının başlığını Fethullah Gülen’in Gurbet Dergisi’ndeki bir yazısının başlığından ödünç aldım. Gülen, yazarlık kariyerindeki ilk yazılarını, İzmir’de 1965-1967 yılları arasında çıkan Gurbet’te yayımladı. Bu yazılar, Gülen’in entellektüel serüveninin evrelerini, dönüm noktalarını araştıranlar için başlangıç noktasıdır. Genç Gülen’in düşünce dünyasının biçimlendiği 1960'ların toplumsal, siyasi ve entellektüel bağlamında, bu yazıların kapsamlı bir muhteva ve üslup tahilili yapılmalı…

Gülen’in Gurbet’teki en erken yazılı verimlerinden, onun beslenme kaynaklarını, etkisi altında kaldığı düşünceleri ve mütefekkirleri, serdettiği düşüncelerinin özgünlük derecesini ve dönemini ne derece yansıtıp yansıtmadığı tespit edilmeli... Böylelikle, 1967’den günümüze uzanan süreçte Gülen’in düşünce çizgisini gözlemleyebilme, dolayısıyla düşünceleri hakkında yapılagelen tartışmaları sağlam bir zemine oturtma imkanı bulunabilir.

Fethullah Gülen’inin yazıları, vaazları, sohbetleri henüz kronolojik olarak değerlendirilmediğinden, biyografisi, ana kaynaklardan hareketle kapsamlıca incelenememiş, dolayısıyla da hakkında serdedilen yargılar, tekrar edilegelen yüzeysel değerlendirmeler olmaktan öte geçememektedir!

İzmir İmam Hatip Derneği’nin çıkardığı Gurbet dergisinde Nurettin Topcu, Nevzat Yalçıntaş, Saffet Solak, Yaşar Tunagür gibi dönemin önemli aydınlarının telif yazıları yanısıra, Fehmi Koru ve Abdullah Aymaz gibi o dönemde henüz öğrenci olan gazeteci ve yazarların da ilk kalem çalışmaları yayımlandı. Gurbet, döneminin diğer İmam Hatip dergilerinin genel karekteristiği olarak herhangi bir dini görüşün yayın organı olmamış, bilakis farklı İslami anlayıştanve gelenekten kalem erbabının yazabildiği bir platform haline gelmişti. Dergi, Seyyid Kutup, Mevdudi, Albert Camus, Nietchze gibi doğulu ve batılı yazarların tercümelerini yayımlayan, Said Nursi gibi o dönemlerde bile “mahzurlu” görülenbir din aliminden alıntılar yapan  bir İmam Hatip dergisiydi.

Gurbet Dergisi’nde toplam dört yazı kaleme alan Fethullah Gülen’in, döneminin  hareketli siyasi havasında güncel politik konulara girmeden, toplumun, özellikle de gençlerin ahlaki sorunlarına eğilmiş, toplumsal ve bireysel düzeyde Kuran ve Hadis temelli manevi bir bilinç teşekkülüne odaklandığı görülmektedir. Yazılarının başlıkları şöyledir, Gurbet, İnanıyor muyuz, Kapına Geldik ve Seni Anlayamadık.

Gurbet’teki son yazısı olan Seni Anlayamadık adlı denemesine bakarak yaklaşık yarım asır önce Gülen’inin serdettiği ilk düşünceleri ile bügünkü düşünceleri arasında irtibatlar kurmak mümkündür. Bu ilk çekirdek fikirler, onun düşünce çizgisini tespit etme adına önemlidir. Bu yazıda, Gülen’in Seni Anlayamadık yazısından hareketle güncel olan iki hususun altı çizilmeye çalışılacaktır: Gezi olayları ve siyasete girme meselesi.

Seni Anlayamadık adlı yazının kaleme alındığı 1967’nin Ocak ayında yirmili yaşlarını idrak eden Gülen, İzmir’de hem vaizdir, hem de İmam Hatip Talebelerini yetiştirme derneğine bağlı Kestanepazarı Kuran Kursu yurdunda idarecidir. Ege bölgesinde çevre ziyaretleri, kahvehane ve sinema salonlarındaki sohbetleri, Türk Ocağı konferansları gibi etkinliklerle  adıhem dini çevrelerde hem de İzmir’in seküler entellektüel ortamlarındaduyulmaya başlanmıştır. İki darbe arasında sosyal ve siyasi istikrarsızlıklar içinde çalkalanan1960’ların Türkiye’sinde gençler arasında ideolojik farklılıklar iyice belirginleşmiştir.

1950’lerde canlanan İslami düşünce , 60 darbesinin belirsiz ortamında dini dergilerde, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Eşref Edip, Ali Fuat Başgil gibi milliyetçi mukaddesatçı etkin kalemlerin eserleriyle ve çağdaş İslam alimlerinden yapılan tercümelerle yeni bir bilinç düzeyi kazanmıştır. Bununla birlikte, kültürel canlılığın ve üniversitelerdeki düşünsel ağırlığın solcu bir zemine kaymıştır. Marksizmin Türkiye’de altın çağını yaşadığı bu dönemde, Komunizmi hala en büyük tehlike olarak algılayan muhafazakarlar çevreler de, çocuklarını korumak, milliyetçi ve mukaddesatçı bir nesil yetiştirmek için, İmam Hatip Okullarını kutsal bir dava haline getirmiştir. Yine bu dönemde dini yayıncılık da hareketlenmeye ve çesitlenmeye başlamıştır.

Kırklareli’nden İzmir’e tayini çıkan Diyanet’in genç memuru Gülen, Abdullah Aymaz ve Fehmi Koru gibi ögrencilerin ricalarıyla Gurbet Dergisi’nde ilk yazılarını yazmaya başlamıştır.  Devrin bunalımlı havasında gençlere hitap etmenin önemini sezen Gülen’in, Gurbet’i genç okura ulaşabilmek için bir araç ve imkan olarak değerlendirdigini görüyoruz. Dindar bir öğrenciye ulaşabilmek maksadıyla belde belde gezen Gülen için, öğrencilerin çıkardığı ve gençlere hitap eden böyle bir dergi gerçekten de cazip bir platform olmalıydı!

Dil ve üslub olarak Necip Fazıl, muhteva olarak da “Dünya büyük bir manevi buhran geçiriyor” diyerek dönemin sosyal havasını özetleyen, Tek Parti rejiminin en zor şartlarında “Müspet Hareketi” mücadelesinin mümeyyiz bir ilkesi haline getiren Bediüzzaman’ın tesirlerinin görüldüğü Gurbet yazılarında Gülen’in ana temaları şunlardır; ülkenin içinde bulunduğu “manevi buhran”, bu buhrandan kurtulma ve korunma yolları, dertli ve müztarip birey olmak… Gülen’in yazılarının arka planında dikkat çeken hakim duygu ise gençlik için beslediği  ümittir. Nitekim, kendi ruhunu arayan bir neslin trajedisini resmettiği Seni Anlayamadık yazısının da ruhu bu ümitvar olma halidir.

Fethullah Gülen, 1960’ların siyasi arenasında marjinal sağ ve sola savrulan bu nesli Seni Anlayamadık yazısında “çilekeş bir nesil” olarak tanımlıyor, materyalizmin ve komünizmin pençesinde manevi çileler çeken idealsiz bir nesildir bu… Hiç kimseler tarafından dinlenmeyen bu “sahipsiz” nesille nasıl iletişim kurulabileceği Gülen’in ana sorunsallarından biri olarak yazısının her paragrafinda kendini hissettiriyor. “Sen bugün var kuvvetinle bağırıyor, etrafına bir şeyler anlatmak istiyorsun. Söyle sesini duyan,sözünü dinleyen birisi çıktı mı şimdiye kadar” sorusuyla Gülen, gençliğin “canhıraş feryadlarına”  kulak verilmesini istiyor.

Ona göre “hayat damarları kurutulmuş” ve “ duyguların esiri” haline gelmişbu gençlik, henüz kendi dertlerini dinleyebilecek bir muhatap bulabilmiş değildir, sesine ses veren sadece kendi feryadıdır. “Zaman senin dilinden anlar birini kaydeder mi?” diye soran Gülen ülke sorunlarına duyarlı, bu sorunlara çözüm yolları arayan “dertli ve muztarip” bir gençlik arayışı içindedir. Aşırı ideolojilerin ağına düşmüş gençliği kurtarmak Gülen’in bu yazısında dergideki diğer yazılarına göre daha çok öne çıkar.

2013 yazında Türkiye’de başgösteren Gezi olaylarıyla ilgili olarak Gülen’in “Gençleri dinlemek lazım” şeklinde de özetlenebilecek önerisi, bazı çevrelerce konjonktürel ve zamansız bir siyasi  çıkış olarak algılandı. Böyle bir yorum, 1960'lardan itibaren gençlerle kurduğu münasebetlerin dinamiğini eksik okumak anlamına gelir. Bu şekilde, Gülen'in1960'lardan bugüne toplumsal olaylarda benimsediği müteyakkız ama tedbirli ve müvazeneli tutumu da gözden kaçırılmış olur. Gülen'in 1960'lardan beri belirginleşen çizgisinin ana karekteristiği haline gelen bu tavrında, kendisinin  Risale-i Nur çizgisinden tesahüp ettiği Müspet Hareket ilkesinin belirleyici olduğunu düşünüyorum,.

Gençlerle rahatlıkla iletişim kurabilen, 1960’lardan beri idealize ettiği Altın Nesil  mefkuresine hayatını adayan Gülen’in Seni Anlayamadık yazısının son cümlesi: “Bizi afvet yavru, seni anlayamadık!”tır. 1979 yılında yayın hayatına başlayan Sızıntı dergisindeki ilk yazısının adı da, “Bu ağlamayı dindirmek için yavru” dur. Tespit edilebilen ilk günden bugüne kadar her fırsatta gençlerle birlikte olan, yakın çevresinde genç bir kuşağınvarlığını hiç eksik etmeyen Gülen’in, Gezi Olayları sırasında “ Bugençlerin sözüne kulak verin” anlayışını bu çerçevede değerlendirmek daha doğru olur ki, bu aynı zamanda,1960'ların ortalarından beri baş gösteren çok sayıdaki toplumsal olayda, Mavi Marmara olayı dahil, Gülen’in müvazeneli ve müspet tutum anlayışı ile tahlil etmek, onun düşünce sistematiği ile daha tutarlıdır.

İkinci olarak, Gurbet dergisindeki yazılarda öne çıkan diğer önemli husus, dönemin ayrıştıran siyasi havasına rağmen, Gülen’inin politikadan ve politik bir söylemden uzak durmaya gayret etmesi. Gülen’in, Gurbet dergisindeki yazılarında herhangi bir parti siyaseti gütmeyen, bireysel ve toplumsal bir dini bilinç oluşturmayı öncelediği görülüyor. Dönemin dergilerinde, polemikci, laikliğin ve Atatürkçülüğün yanlış uygulamalarını, komünizmi eleştiren çok sayıdaki politik yorumlara rağmen, Gülen bir vaiz üslubuyla ele aldığı “uyarıcı” yazılarında gençlere siyasi kamplaşmalardan uzak durmalarını, eğitimlerine devam etmelerini tavsiye ediyor.

Kendisini “siyaset üstü” konumlayarak siyasetin tıkandığı yerlerde kanaat önderi olarak belirttiği görüşlerle alternatif perspektifler sunabilme becerisinin, Gülen’in İslami anlayışından ve fikren beslendiği Risale-i Nur kültüründen geldiği söylenebilir. “Hakikat-ı İslamiye, bütün siyasatın fevkindedir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslamiyet’i kendine alet etsin.” diyen Said Nursi’nin anlayışı Gülen’in siyasete bakışında belirleyici olmuştur. Bu nedenle, Gülen’i siyaset sahnesine, parti politikalarınaçekmeye çalışmak, onun 1960’ların ortalarından beri benimsediği hizmet anlayışını eksik tahlil etmek anlamına gelir. Elli yıldır, sayısız darbeler yaşamış bir ülkede, hassasiyetle sürdürmeye çalıştığı hizmetlerine herhangi bir zarar ve şaibe gelmemesi için ihtimam ve itina göstermesi de kendisinin doğal bir hakkıdır.

Gülen’in 60 ihtilalinden sonra 70 ihtilaline doğru gidilen süreçte, siyasetten uzak durması, memleketin asıl hastalığına siyasi reçetelerle deva bulunamayacağı düşüncesi aslında o dönemin kimi aydınları  arasında da var olan bir düşünceydi. Mesela Nurettin Topçu da aynı dönemlerde, gerek Hareket gerekse Şule mecmualarında yazdığı yazılarında, siyasete mesafe koymuş, sohbetlerine katılan gençlere parti siyasetinden uzak durmalarını tavsiye etmistir.

Gülen, sözkonusu yazısında asıl cihadın gençlere imkanlar sunmak olduğunu belirtmektedir ki bugünkü cihad anlayışı arasında şaşırtıcı benzerlikler sözkonusudur. Henüz 1960'larda “Bir cihada atıldık. Ama yalnız senin ıztırap türküsünü söylüyoruz.Evet yaptığımız sadece bu.” diyen Gülen, günahkar ve mücrimler toplumu olarak tasvir ettiği  topluma, şu bu ideolijiler peşinde koşmak yerine önce kendi ruh ve mana köklerine dönmesini tavsiye ediyor.

Son olarak bu konuyla ilgili olarak bir anektod paylaşmak isterim.Arastırma konumla ilgili, 2013 Temmuz’unda Star gazetesi yazarı Fehmi Koru ile yaptığım söyleşide, tecrübeli gazeteci benimle,1970'lerin başında şahit olduğu bir görüşmeyi paylastı. Yazımı değerli kalemin sözleriyle noktalıyorum:

“O zaman siyaset yeni yeni canlanıyor. 1969’da Milli Nizam Partisi kurulmuş, sonra 1971’de Milli Selamet Partisi olmus. O dönemlerde de artık Cemaat kendisini toplamıştı, kamplar düzenleniyordu. Hatırladığım o dönem Erbakan İzmir’e geldi, Hocaefendi o sıralarda bir yerlerde kamptaydı. Genç arkadaşlarla Erbakan onu ziyaret etti. Ama başarılı bir ziyaret olmadı Erbakan açısından. Erbakan iyi karşılandı, ağırlandı ve uğurlandı. Siyaset dışı kalma diye bir prensipleri vardır Nur camiasının. Orda bir daha görmüş oldum ben onu şahsen . Hocaefendi, istese siyasetle yakından ilgilenebilirdi, o ziyareti önemseneyebilirdi. Ama öyle olmadı. Sohbetler edildi ve Erbakan uğurlandı, o kadar.”



Kırık Testi 1  


Fethullah Gülen’in Amerika’da sohbetler serisinin kitap haline  gelmiş ilk verimi. İlk baskısı Ekim 2004’te yapılmış.

Kitap, bizzat Gülen’in kaleminden çıkmış bir çalışma değil.  Amerika’da  az sayıdaki insanla yaptığı sohbetlerin yazıya geçirilmiş bir hali Kırık Testi. Bu sohbetler, herkul.org sitesinde haftalık olarak  yayımlanıyor.  Yayımlamadan önce sanırım Gülen’in tashihinden de geçiyor.

Sohbet yazısı bir edebi türdür. Sıcaklığı, içtenliği olan bir yazı  türü; duyguların düşüncelerle kenetlendiği, hayallerle kanatlandığı, gönül bağlarından fikir hevenklerinin derlendiği, samimi bir  türdür... Kırık Testi suyunun da böyle bir tadı var.

Gülen’in entellektüel tarihini yazacak olanlar  için anahtar kavramlardan biri de kırık’tır, şiirlerini topladığı kitabın da adı Kırık Mızrap’tır. Bu anahtar kelimenin Gülen’in ruh ve zihin dünyasındaki tam karşılığını görebilmek için, eserlerine iyi  bakmak gerekecek.

Sanattan feslsefeye, edebiyata, tarihe, iktisada, teknolojiye uzanan çeşitli konularda i’mal-i  fikir eden Gülen, cemaatin haricinde, daha geniş kitlelere seslendiği Kırık  Testi, adeta bir kırkambar zenginliğinde. Kitapta, mütevazı bir tavırla terennüm edilen,  akıcı üslupla sunulan çok sayıdaki çekirdek düşünce açılmayı, işlenmeyi bekliyor. Gülen’in fikir çilesiyle yoğurduğu, bilge mütefekkiresinin  haddesinden damlayan eden bu düşüncelerin düşünce dünyamıza yaptığı katkılar, sunduğu açılımlar, sanırım zamanla daha iyi anlaşılacak.

Bu arada, yayınevine küçük bir not iletmek isterim. Sohbetleri yazıya geçirmek, kitaplaştırmak zordur, ince emek, profesyonel bir titizlik ister. Kitabı yayına hazırlayan Nil Yayınları, kitabın muhtelif yerlerindeki  kimi noktalama hatalarını, imla yanlışlarını ve anlatım bozukluğu olan ifadeleri, sonraki baskılarında tashih etmeli.

Benim kitaptan altını çizdiğim bazı satırlar şunlar:

“Bir insanın yalnızken derince ibadet edip başkalarının yanında sığ yapması riya; kendi kendine yaptığında verip veriştirip başkalarının yanında özenip bezemesi ise şirk kabul edilmiştir.”

“Kırk sene kemeber-beste-i ubudiyet  içinde o kapıda durursun ve namaz ancak o zaman inkişaf eder.”

“İbadet etmek bir lütuf; ibadete karşı içte hissedilen arzu ve alaka da o lütfun üzerine ayrı bir lütuftur.”

“En güzel dua Fatiha’dır. Samimi bir kalble, hangi hastalığa okunursa okunsun biiznillah şifa vesilesi olur.”

“İşleri Allah’a verince, Cenab-I Hak ruhta bir inkişaf yaratır.”

“Ene’nin burnunu kırdığın zaman hüve görünür.”

“İnsan kıymetli şeyler yapmalı, her gün bir kere daha cenneti kazanmalı, her gün bir kere daha Rabb’ini tanımalı, her gün bir kere daha değişik buudda mehafet ve mehabet atmosferi içinde bulunmalı ki yaşamaya değsin.”

“Dünyaya bir hizmet diyarı olduğu nazarıyla bakıyor ve hayatta kaldığım müddetçe de bu bakışın gereğini yapmaya çalışıyorum”

“Osman Gazi Hazretlerini, Hz. Halid’le yanyana getirseniz ( sahabenin mutlak fazileti mahfuz) seçmekte zorlanırsınız.”

“İnanan bir gönül,sürekli “ Rabb’imi anlatamayacağım bir dünyada yaşamaktansa ölürüm daha iyi düşünce ve hissini taşır.”

“Bir insanın millet, ülke ve ülküsü adına bir şey yapması için herhangi bir payeye sahip olmasına da gerek yoktur.”

“Kimbilir o mübarek müesseselerde de ne yiğitler, ne dertli sineler ve nice İ’la-yı kelimetullah aşıkları vardır.”

“Kendi hakkı olmayan bir yerde, bir başkasının seccadesinde izinsiz namaz kılmak bile kalp binasının bir tuğlasını düşürebilir”

“Sürüm sürüm sürünmenin ilk alameti de matlaşma, renk atma ve heyecan kaybetmedir.”

“Bizim eksik ve gediğimiz, başımıza gelen her şeyde bir vech-i rahmet göremeyişimiz; ülfet ve ünsiyet hastalıklarına karşı irademizin hakkını veremeyişimiz;aşk u şevkle kulluk vazifemizi gereğince yapamayışımız; başkalarının zulmünü Adil-I Mutlak’a havale edip, kendi muhasebimizle meşgul olamayışımız; kendi işimize bakamayaşımızdır.”

“Canlı insan, bir kaç kuru ekmek parcasıyla doymasını, bir kayanın üzerine başını koyup yatmasını bilen ve çok şükür Allah’a doyduk; yatacak bir yer de bulduk diyen insandır.”

“Gönüllerde üzüntü girdapları meydana getiren bütün hadiselerin milleti ihya etme istikametinde bizde metafizik gerilim hasıl etmesi gerektiğine inanıyorum.”

“Bu milletin dirilmesi,sadece bir milletin değil, aynı zamanda İslam dünyasının dirilmesi ve sonra bütün dünyanın dengelenmesi olacaktır.”

“Cenab-ıHakk’ın rızasını aradığımız bu yolda, maddi menfeatler bir yana,manevi füyuzat hislerini bile hesaba katmadan bir nefer olarak hizmet etmek hepimizin hedefi olmalıdır.”

“Bir imtihandan geçmeden gönüllerde hakiki vahdetin olup olmadığı bilinmiyor. O zamanlar sadece sohbet dinleme, incelme ve sonra gözyaslarıyla birbirine sarılıp sevinci kederi paylaşma vardı. İnsanlar, durumları itibarıyla kendilerini küçük kabul ediyorlardı. O günlerde birlik ve kardeşlik biraz daha kolaydı.”

“Çok zeki ve akıllı, bilge insanlar bulunabilir; çalışkan insanlar bulunabilir; ama en önemlisi meşverete açık insanın bulunmasıdır.”

“İnsan yemek yemediğinde rahatsızlandığı gibi ibadet etmediğinde de huzursuzluk duyacak kadar bunları tabiat haline getirmezse, daha sonraki ülfet döneminde ayakta duramaz, devrilir.”

“Ayat-ı tekviniye ve teşriiyeyi her gün bir kere daha, değisik bir yönüyle gözden geçirerek imanımızı yenileme mecburiyetindeyiz.”

“Hele siz gecenize bir gündüz boyası çalın, o da sizin gecenizi gündüz yapsın.”

“Zaaflarımızın farkına varma ve kusurlarımızı itiraf etme, onları iradeyle zapt u rapt altına alma ve zaaflarımıza,kusurlarımıza rağmen iffetle yaşama bizi evc-i kemalata yükseltir.”

“Bir insan, devamlı kendini anlatma, kendini beğendirme lüzumu duyuyorsa, o Allah’ın hasis bir kulu demektir.”

“İnsan namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibadetlerle yükselebilir; fakat onu çileden çıkaracak bir şey karşısında gayzını tutabilmesi, bir şehvet karşısında bedenindeki o güce karşı koyabilmesi, onun ibadetlerle elde ettiği yüksekliklerden daha da yukarılara çıkmasına vesile olabilir.”

“Dişini sıkmasını becerebilirsen, sendeki negatiflikleri pozitif güce çevirebilirsen, elde edeceğin güçle, füze hızından daha aşkın bir hızla evc-i kemale vasıl olabilirsin.”

“Bizler perişan Keloglan’in padişahın kızına talip olması gibi cennete talibiz. Perişan halimize bakınca, benim gülesim geliyor. Zira, biz çok küçüğüz, talip olduğumuz şey ise pek değerli.”

“Günah dediğimiz şeyin sürekli kendini hissettirmesi müminin kalbinin cilasındandır.”

“Müttakiler dairesi saydığımız hizmet insanlarının her zaman içtikleri kevser, kokladikları kafur olması lazım gelirken,onlar da bazen çok çirkin düşünceler içine girebiliyorlar ve kevser içeceklerine zakkum yiyorlar hiç farkına varmadan.”

“Kendisinde bir şey vehmeden kaybetmiştir.”

“Hak dostları Cenab-I Hakk’ın sırlarını ifşa etmez.”

“Ayakların hep yere bassın ki, düştüğün zaman canın yanmasın, bir tarafın kırılmasın.”

“İnsan altmış yetmış yaşında olsa ve o zamana kadar imrenilecek bir hayat ortaya koymuş bulunsa bile, yine de yanlışlıklara düşebilir, hata yapabilir.”

“Kabzı da bastı da Allah’tan gelen bir imtihan gibi bilmeli ve yöneldiği o kapının tokmağını çalmaya ve o eşikte beklemeye, iç daralmalara ve kalbi tıkanıklıklara maruz kaldığı dönemlerde de devam etmelidir.”

“Gözünü kapıdan ayırmadan beklemek lazım.”

“Kul başarılarında dahi tevbe etmeli, başarılı olduğunda da günah işlemiş gibi Allah’a yönelmeli; yönelmeli ki bu başarıları kendisinden bilmesin ve Cenab-ı Hak onları hezimete çevirmesin.”

“Benciller der ki: Ateş düştüğü yeri yakar. Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar sözüne gelince, bu kamil ruhların vicdanlarının sesidir.”

“Firdevsi gibi uzun ve yaldızlı bir destan keseceğimize Yunus gibi gönülden bir iki mısra ile seslenmeniz, içinizin sesini ifade edebilmeniz, benim nazarımda daha kıymetlidir.”

“Rabbimizin her şeyi bizim hesabımıza planladığını; hep bizi kurtarmaya matuf, bizi hep bir yere celbetmeye, cezbetmeye matuf olarak yarattığını görmek lazım.”

“Allah potansiyel insan yaratmıştır ve hakiki insan olmayı kulun iradesine, cehdine, gayretine ve azmine bağlamıştır.”

“İnsanın kendisini Rabb’inden uzaklaştıran ya da yakınlaştıran şeyleri çok iyi bilmesi lazım.”

“Kuran’ı  ayda bir hatmeyene seleflerimiz Kuran’ı  terkeden adam nazarıyla bakmışlardır.”

“Bir insan samimane, safiyane gönlünü Cenab-ı Hakk’a verir ve Kuran’a bir çırak olarak teslim olursa, bütün tenkit mülahazalarından uzak kalır ve ona teveccüh ederse, aklına hayaline hiç gelmedik şekilde ufuklar açılır önünde.”

Huzurdan Esintiler

Huzurdan Esintiler, Zaman Gazetesi yazarı Ahmet Kurucan’ın son kitabı...

 2012’de Işık Yayınları’ndan çıkan kitap 216 sayfa. Yazar, Zaman Gazetesi’ndeki köşe yazıları ile yeni yazılarını bir araya getirmiş. Farklı zamanlarda kaleme alınan bu yazıların ortak konusu Fethullah Gülen. Ben, bu takdim ve tenkid yazısında iki hususun altını  çizmeye çalışacağım: Öncelikle, Gülen’in  sohbet ortamı Kurucan tarafından nasıl tasvir ediliyor, ikinci olarak da yazar nasıl bir Gülen portresi resmediyor?

Kitabın mümeyyiz vasfı,  yazarının Gülen’e olan yakınlığı ve dolayısıyla içeriden (insider) bir bakış açısı sunması... Bu anlamda,  Kurucan’ın çalışması, Hizmet Hareketi’nin umdelerini benimsemiş  bir yazar tarafından   Gülen’in  nasıl algılandığı ve yorumlandığıyla  ile ilgili önemli bir belge sunuyor.

Kurucan, gazeteci dili ve anlatımıyla kaleme aldığı kişisel izlenimleriyle, okura Amerika sohbetlerine dair duyuşlar, sezişler ve bilgiler aktarıyor.  Zaman Gazetesi’nde ve Gülen’e yakın bir ilahiyatçı yazar tarafından kaleme alınan, dahası Gülen’i anlatan yazılar, öncelikle ve doğal olarak belirli bir kesime hitap ediyor;  bununla  birlikte,  rahat okunan ve içten anlatımıyla yazılar, kitabın içeriğini daha geniş bir okur kitlesine de  ulaştırabilecek bir yetkinlikte.

Yazılarda, Kurucan’ın öne çıkan ilahiyatçı kimliği ve formasyonuyla  birlikte, belirgin bir  liberal bakış açısına da sahip olduğunu görebiliyoruz. Yerleşik anlayışları ve yargıları sorgulayan, “insider” olmakla birlikte, zaman zaman “out of box” düşünebilen bir aydın profili sergiliyor. Bunda, yazarın yıllardır Kuzey Amerika’da yaşıyor olması ve İngilizce’yle entellektüel düzeyde meşguliyetinin de rolü olmalı...

Fethullah Gülen’in hayatı ve düşünceleriyle ilgili bilgiler veren, Gülen’in İslam yorumu ve anlayışına dair ipuçları içeren bu tür çalışmaların özel bir yeri ve anlamı var. Nitekim, Gülen çalışmalarında en sık başvurulan temel kaynaklardan birinin hala, Latif Erdoğan’ın Küçük Dünyam olduğu unutulmamalı. Bu tür içeriden incelemeler yazarına ayrı bir sorumluluk yüklerken, aynı zamanda değerli bir belge ve kaynak olarak da arşivlerde yerini alıyor. Kurucan, Gülen  konusunda araştırma yapanlar için önemli bir başvuru kaynağı.

Huzurdan Esintiler’de Gülen’in Amerika hayatını, nasıl bir yerde yaşadığını, öğrenci ve misafirleriyle nasıl bir sohbet ortamı paylaştığını öğrenebiliyoruz. Yazar kimi zaman “bir çay içimi”nde, kimi zaman özel bir sohbette, kimi zaman bir merdiven başında, “üç beş kişinin olduğu bir ortam”da  konuşulanlardan “kendi hissesine düşenleri” paylaşıyor okurla. Kurucan bu gözlemlerini ve hususi paylaşımlarını kaydetmese, belki de bütün bu yaşananlar  sadece oradaki beş on kişinin hatıralarında kalmaya devam edecekti.

Yazarın, sohbet ortamı olarak nitelediği mekanlar, misafirlerin ağırlandığı  büyük bir salon, öğrencilerle mutad derslerin yapıldığı bir başka oda ve daha hususi olarak da Gülen’in kendi odası olmak üzere üç temel  iç mekandan oluşuyor. Yazar, Gülen’in sözlerinin, sohbet halkasındakileri zaman zaman derin bir muhasebe ve murakebeye, zaman zaman da zengin çağrışımlı bir tefekküre sevkettiğini belirtiyor.

Kurucan, “ Yine huzurda huzur meclisinde bir huzur arayışındaydık” sözlerinin yankısını kitap boyunca okura  duyuruyor.  Sohbet ortamını  “şerefini mekininden alan bir ortam” olarak niteleyen yazar,  Gülen’i sohbet mekanının merkez şahsiyeti olarak resmediyor. Kitapta kendisini düşünen, sorgulayan bir muhatap ve dikkatli bir gözlemci (participant-observer) olarak  konumladığını görebileceğimiz yazar, “ engin bir deryaya dalarsınız Hocaefendi’yi dinlerken” diyor.

Bu bağlamda yazarı, bu hikmet deryasından inci mercan toplamaya çalışan gavvas gibi görmekte bir beis yok. Nitekim yazar kendisini sohbet ortamında “ pusuya yatmış bir avcı gibi” hissediyor. Kurucan, Gülen’in sadece sözlerini değil, susuşlarını ve yüz ifadelerini bile okuyabilecek kadar yakinlik kesbetmiş onunla. Şöyle diyor bir keresinde:

“Çoğu zaman yaptığı gibi gözlerini bir yere dikti ve düşünceye daldı. Benim bu türlü atmosferlerde bir müşahedem bir de hissiyatım var. Müşahedem şu: Eğer Hocaefendi böyle derin düşünceye dalıyorsa, sonrasında söylediği ve söyleyeceği sözlerin ayrı ayrı bir derinliği oluyor. Hissiyatıma gelince; gözünü diktiği yerin perde arkasına vakıf oluyor gibi geliyor bana.”

Yazara göre “ dertli sinenin kırık mızrabıyla sazının bam telinden çıkarttığı nağmelerin”  inlediği böylesi bir sohbet ortamının hakkını verebilmek kolay değil! Burada eskilerin “ Kurb-i sultan, ateş-i suzan” sözünü hatırlamamak mümkün değil!  Gülen bu sohbet ortamlarında “ her zaman mahzun, her zaman mağmun, her zaman kederli”dir.

Kitaptan sohbet ortamına dair edindiğimiz en ilginç ayrıntılardan biri,  aynı zamanda Gülen’in bir hassasiyetini de vurguluyor; şöyle diyor Gülen: “ Geceleri kalkmayan, gözyaşlarıyla yalvarmayan gelmesin bu salona.” Huzurdaki manevi mesuliyetin ve ağırlığın bilincinde olan Kurucan, “ böylesi atmosferde başlar yere eğilir” diyor. Yazarın, kitap  boyu, okurunu da manevi havası böylesine kesif olan sohbet ortamına dahil etme gayretinde olduğu seziliyor.

Kitaptan Gülen’in sohbet tarzı hakkında da bilgi sahibi oluyoruz. Öncelikle, şüphesiz ki Gülen bir sohbet  adamı, yine eskilerin diliyle kendisi bir “ meclis-ara”… O, cocukluğundanberi Doğu’nun maneviyat önderlerinin huzurunda  tesahüp ettigi sohbet adabını, kendine özgü dili ve üslübuyla ( vernacularization)  cami kürsülerinde, kahvehane ortamlarında ve konferans salonlarında temsi etti. İlgi alanı dini konularla sınırlı kalmayan Gülen, pozitif bilimlerin ve sosyal bilimlerin çesitli alanlarında  fikir beyan edebilecek bir birikime sahip. Onun  sohbet tarzını en iyi anlatacak kelimelerden biri de fasıldan fasıla olmalıdır, ki bu  durum Kurucan’ın kitabında da ziyadesiyle aşikar. Ele aldığı bir konuyu ayrıntıda boğulmadan, eklektik ve  holistik bir nazarla irdeleyen Gülen’in bu özgün  yaklaşımının çeşitli örneklerini Huzurdan Esintiler’de de görebiliyoruz.

Gülen sohbetlerinde  zaman zaman farklı metodlar deniyor. Soru cevap  bu yöntemlerden biri. Sözgelimi, mutad tefsir derslerinde ilahiyatçı öğrencileri kendisine çok cesur sorular yöneltebiliyor; Gülen de meclistekilerle karşılıklı konuşuyor ve onlara sorular soruyor. Mesela, aniden bir doktora:

“Vicdanın sınırı var mı ?” diyebiliyor; ya da: “ Niye yalan söylüyoruz? Söyleyin bana, kaç insan var milimi milimine hayatı İslami esaslara göre yaşayan ? Kaç insan var, haramdan yalandan çıyandan kaçar gibi kaçan? Kaç insan var İslamın dertleriyle geceleri uykularını terk edecek kadar dertlenen? Evet, niye yalan söylüyoruz o zaman?” sorusuyla hem eleştirel hem de sitemkar bir soru yöneltebiliyor çevresindekilere; her birinin simasını derin derin süzerek… Bu anlamda, Gülen’in sohbetleri her zaman tek taraflı olmayıp, mütalaalı ve müzakereli bir doğrultuda seyredebiliyor.

Peki, Ahmet Kurucan, Huzurdan Esintileri’nde nasıl bir Gülen portresi yansıtıyor bizlere?

Kitapta yazarın Gülen’i bir din bilgesi ve maneviyat yücesi olarak nitelediği çok sayıda sıfat var: “ dua abidesi, içinde değirmen taşları dönen biri” bunlardan sadece bir kaçı. Yazara göre, Gülen’in İslami yorumunun ve geliştirdiği hizmet modelinin merkezinde insan var; Gülen insandan sadır olan her güzelligi de son tahlilde Asl’a, yani Allah’a bağlıyor. Kitaptan edindigimiz Gülen portresi şu:

Gülen, yıllar boyu iktisab ettiği ilmi ve deneyimsel müktesebatını haddeden geçirdigi nazik bir üslupla, “ taze- zeban” bir dille “ hikmet-feşan” bir edayla,  açılmayı bekleyen “çekirdek düşünceler” biçiminde serdediyor sohbet meclisinde. Kurucan’ın buradaki tasvirleri, Nihat Dağlı’nın Gülen’le ilgili, yeryüzünde “ şairane oturan” kadim ozan teşbihini de hatıra getiriyor.

Kurucan Gülen’in sohbetlerdeki bu şairane ve hikemi tarzını şöyle açıklıyor: “Birer cümlelik, eskilerin sehl-i mümteni denilen tarzda çok kolay söylenen sözler bunlar, ama muhtevaları oldukça derin. Dini , tarihi, psikolojik ve sosyolojik açıdan derin tahliller yapılabilecek tespitler.”

Kitaptan Gülen’in halet-i ruhiyesinin sürekli değiştiği öğreniyoruz.; gün içinde gelişen olayların yoğun tesirinde kalabiliyor Gülen. Sözgelimi, seyretiği bir haber, gördüğü bir rüya ya da kafasına takılmış herhangi bir husus  Gülen’in halet-i ruhiyesini, dolayısıyla da sohbet meclisinin modunu tamamen değiştirebiliyor…Gülen, çay içme aralarında, müsahabe fasıllarında sohbet-i Canan’a yaptığı yerinde girizgahlarla sözü asıl yörüngesine oturtmaya özen gösteriyor. Kah Erzurum’dan kah İzmir’den hatıralarla tatlandırdığı sohbetlerde edebi, dini, fikri, felsefi konulara  giriliyor, bununla birlikte  mikro ve günübirlik politika konuşmaktan kaçınılıyor. Sohbetlerinde, özgün bir üst dille konuşan Gülen’in, hareketin kültürünü, vizyonunu ve misyonunu ilmek ilmek yeniden bu üst dil ve anlatımla kurguladığını fark ediyoruz. Kurucan’a göre, her dem yeniden doğan, Allah’a her an bir kez daha inanan ( tecdid) Gülen, suretine ve siretine rengini vermiş bütün hüzün ve gama rağmen, meclisindekilere  ümit aşılıyor. Hatta zaman zaman Kurucan’ın bile ümitsizliğe kapıldığı demlerde Gülen, her zaman ümit ve recaya giden bir kapı aralıyor; mesuliyetinin farkında biri olarak, dinleyenlerini ve izleyenlerini meyusiyet gayyasına salmıyor. Yılmamak gerektiğini söylüyor, mümine düşen görevin “ nefreti kırmak ve kalpleri yumuşatmak”olduğunu hatırlatıyor.

Aynı zamanda Gülen’in günlük hayatında bazı ilginç itiyatları olduğunu da öğreniyoruz kitaptan. Gülen, kullandığı kağıt havluları  kurutup daha sonra, onları başka amaçlar  için kullanıyor. Bu örnekle de yazar, Gülen’i  muktesid, duyarlı ve çevre dostu bir sahsiyet olarak resmediyor.

Hareket’in tanımlanması, tesmiye ve tavsifiyle ilgili farklı mülahazalar 2000’li yılların başından beri sürüp  gidiyor. Kurucan’dan bir kez daha öğreniyoruz ki; Fethullah  Gülen, hareketin kendi ismiyle anılmasına kesinlikle karşı: “Şahısları putlaştırmayın!” diye bir uyarıda bulunuyor. Bu arada, ilerleyen zamanlarda, hareketi doğru anlayanlarla birlikte, yanlış anlayanların hatta düşmanlık besleyenlerin de olabileceğini  öngören Gülen, bu tür durumlarla nasıl başa çıkılabileceği konusunda şunları öneriyor: “Tevazuyla, mahviyetle, muhatabı kıskançlığa sevketmeden, tavrımızı bozmadan, çizgimizi değiştirmeden, İslami karekterimizden taviz vermeden devam edelim.”

Gülen’in sohbetlerini dinleyenler, son zamanlarda onun en küçük sohbet fasıllarını bile bir mısra-ı bercesteyle, Akif’ten bir manzumeyle, divan şiirinden hikemi bir beyitle, Fuzuli’nin aşıkane ama muztarip gazelleriyle süslediğini, hatta sohbetini bu şiirlerle örgülediğini, mesajını bu mısralarla temellendirdiğini  farkeder. Bu bağlamda, Kurucan’ın Huzurdan Esintiler kitabının da bana kalırsa en güzel özetini Nail-i Kadim’in şu beyti veriyor:

“ Yıkanlar hatır-ı naşadımı ya Rab şad olsun
Benimçün namurad olsun diyenler ber-murad olsun”.

Burada Gülen, hoşgörü felsefesini bir 17. Yüzyıl şairinin sözleriyle en bedii şekilde ifade ederken, engin gönül dünyası, Allah’a tevekkülü ve inkiyadı ile birlikte biganeliginin ve teslimiyetinin de altını çiziyor.

Gülen, sohbetlerinde yeri geldiğinde eleştiriler de yapıyor. Kitaptan anladığımız, bu eleştiriler daha çok hareketin içindekilere yönelik. Şu bir kaç iktibas  bu minvalde değerlendirilebilir:

“Kemmiyet planındaki çoğalma ölçüsünde keyfiyet planında derinleşme yok. Aksine sığlaşma var. Böyle bir toplum, büyük ideallerin altından kalkamaz.”

 “ Şahsi istikbali adına beklentisi olanların samimi olmaları düşünülemez. Nefsiyle yaka paça olmayan başkalarının yakasından elini çekemez.”

“ Allah’ım beni bana unuttur ve kendimden bahsetmeyi bana kerih göster.”

Kitapta, Gülen zaman zaman,  kültür müslümanlığından, şekil müslümanlığından, merasim müslümanlığından da söz ederek iğneyi muhafazakar kesime batırmaktan da çekinmiyor. İşte tam da burada,  Akif’in “  Müslümanlık nerde......”nidalari ile kulaklarımız çınlıyor!

Kitabı okurken altını çizdiğim  bazı satırları aşağıya alıntılayacağım.  Birer vecize kıvamındaki sözler kitapta resmedilen Gülen portresi ve onun düşünce ve duygu dünyası ile  tavrı hakkında ipuçları verebilecek mahiyette:

“ Allah insanlara her zaman yakındır. Esas uzak olan insandır. Cismani istekleri, arzuları, hırsları insanı Allah’tan uzaklaştırır.”

“ Önce plan ve program; sonra lütuf ve ihsan.”

“ Belki bir gün biz de insan oluruz.”

“ İyiyim desem yalan olur. Kötüyüm desem şikayet olur. Kötü değilim demek en iyisi.”

“İnsaf dinin yarısıysa, insafsızlık da dinsizliğin yarısıdır.”

Yazıyı  noktalamadan önce, bir hususa daha değinmek isterim. Gülen’i ziyaret etmek, sohbet meclisinde bir müddet zaman geçirmek, sonra da bu kişisel deneyimleri ve gözlemleri yazmak ve yayımlamak son yıllarda başvurulan bir yöntem haline geldi. Özellikle İsmail Ünal’ın Amerika’da Bir Ay, Osman Şimşek’in İbretlik Hatıraları ve Ahmet Kurucan’ın Huzurdan Esintileri  ilahiyatçılarca yazılmış  ve Gülen’in Amerika hayatından sahneler yansıtan eserler. Üç yazarın ortak özelliklerinden biri, hepsinin ilahiyatçı olması.

Keşke, farklı disiplinlerden  gelen yazarlar da Gülen’in sohbet meclislerinde yer alabilseler, gerek sohbetlerin gerekse Gülen’in sahsiyetinin ve düşüncelerinin farklı yönlerini ve boyutlarını da yansıtsalar…Mesela bir Ali Çolak, Tahir Taner, Nihat Dağlı, Sait Türkoğlu, Zekeriya Kantaş, Hüseyin Say, Mehmet Erdoğan veya Harun Tokak gibi yazarlar da Gülen’in yanında bir müddet kalsa, bu tecrübelerini daha farklı bir dil ve üslupla okurla paylaşsa!

Son tahlilde, Kurucan, deneme, sohbet ve fıkra türlerinin bir  karışımı ve hatta yeni de denebilecek bir yazı türüyle;  hisli ve  ve yüksek sesle okunacak bir tarzdan ziyade akla ve mantığa seslenen bir üslupla, Gülen’in Amerika sohbetlerinden yansımalar sunuyor; ve geriye önemli bir belge bırakıyor.

Ben, sonsözlerimi, kitaba önsöz yazan Harun Tokak’ın Gülen’in sohbetlerinin önemini  vurgulayan ve ziyadesiyle şairane ve şahane bulduğum şu ifadeleriyle noktalamak istiyorum:

“Ben hayalleri köyünün dağları ile sınırlı kuru bir ağaçtım. Karlı fırtınalı bir günde o sohbet pınarına ulaşıp da gözgöze geldiğimizde bahar görmiş bir dal gibi damarlarıma can yürüdüğünü hissettim. O sohbetlerle sahabe ruhu yeniden canlandı da yeni dönemin ışık süvarileri kendilerini hicret yollarına vurdu”.

TAM IKI YIL ÖNCE KALEME ALINAN SİTEMKAR BİR 28 ŞUBAT YAZISI...HEPİMİZ 28 ŞUBATÇIYIZ...KIVIRMAYALIM...


İstiklal  Mücadelesi  veren bir milletin evladını İstiklal Mahkemelerinde  yargılayanlar, Ulucanlar’da asanlar, kesenler kimlerdi, nereden gelmişlerdi?
Şefkatli, merhametli  bir milletin içinde, o caniler, zorbalar, katiller nasıl  barınabilmişti ve kendi  çocuklarına nasıl  kıyabilmişlerdi!  
Gelelim 28 Subat'a...
Faturayı sadece bir kaç paşaya, medyadaki bazı gazetecilere,  milletvekillerine, bürokratlara, hatta  bazı cumhurbaşkanlarına,  başbakanlara kesip  işin içinden çıkıyoruz. Böylelikle, giriftar olduğumuz müşterek  günahımızdan  (collective guilt) kurtulmanın yollarını arıyoruz! Halbuki  bu  günah, gelecek nesillerin de ibret alabilecekleri bir  tevbe-i  nasuh gerektiriyor.  O da toplumun demokrasi bilincini içselleştirmesine  ve birlikte yaşama anlayışının yerleşmesine vabeste...Heyhat,  toplum olarak, bundan hala çok uzağız.
Şimdilik, 28 Şubatçıları yargılamak için eğer bir Nurnberg Mahkemesi kuracaksak , topyekün bir millet olarak sanık sandalyesine oturmamız  gerekiyor.  Evet, ne yazık ki suçlular ve suçlu olma potansiyeline sahip  olanlar  aramızda:  sen ben o siz biz onlar...

28 Şubat döneminde ben de özel  okulun birinde idealist bir  muallimdim.  Gestapolar tarafından takip,  teftiş  hatta  tedhiş edildiğimiz o meşum günlerde,  alelade işlerimi bile sakit bir infialle görüyordum. Verdiğim bir mücadele vardı;  bu, genç yaşımda beni  yormuştu;  hatta derin bir  ümitsizliğe  boğulmak üzereydim.  O dönemlerde yapılabilecek en iyi şey askere gitmekti, ben de gittim. Haziran fırtınasının ortalığı  kasıp kavurduğu  günlerde askerdim.
Sonra, nice öğretmenler tanıdım, dindardılar, perukluydular, aralarında  yakınlarım da vardı.  Bir sabah ellerine  zarflar  tutuşturuldu: “Devlet memurluğundan çıkarıldınız" “Umut ne kadar azdı.”
Onbinlerce  özbeöz vatan evladının  hayatı karartıldı.
Ellerindeki master  ve doktora diplomalarıyla ortada kalakaldılar,  sekreter bile olamadılar; evlerinde ah vah edip  kafayı  yedi onbinlercesi.
Binlerce avukat, doktor, mühendisin canına okundu.
Toplumda yüzde bir  bile  tabanı olmayan bir  şirzime -i  kalil, masum insanlardan cüzzamlı, vebalı insanlar üreten üfunetli bir sistem yarattı..
Bugün 28 Şubat bitti diyenlerin  hiç biri de o günlerin mağdurlarından  değildi.
Güce  tapanbu topraklarda, 28 Şubat ruhunun her an hortlayabilme ihtimali ve potansiyeli  sürekli sözkonusu olacak,  28  Şubat  farklı  şekil ve şemaillerde bin yıl değil, ebediyen  sürecek.
Ülkemizdeki neme lazımcı, hepbanacı  ve hamsofta kaba yobaz bir din anlayışı, kafatası milliyetçiliği,  bağnaz laiklik her zaman 28  Şubatlara zemin hazırlayacak...
Bu meyanda, isterseniz o  dönemin perde arkasındaki  bazı  aktörlerine kısaca bir  göz  atalım:
Bölüğünü, taburunu,  tugayını  fişleyen komutanlar  ne kadar  28 Şubatçıysa,  mangasındaki erleri  dini  durumlarına göre,üstlerine   gammazlayan  Tokatlı onbaşı,  Çankırılı  yazıcı,  kısa dönem asker arkadaşlarının fişlemelerini  maharet  ve ievkle  bilgisayara  geçiren ilahiyatçı  yedek  subay da  o  kadar 28  Şubatçıydı. Askerliklerini rahat  yapıp  bitirdiler, terhis  olunca da gerektiğinde  hortlamak  üzere 28  Şubatçı zihniyetlerini  de yanlarında  alıp memleketlerine  döndüler.
Yegane vazifesi okulundaki öğretmenlerini gammazlamak ve raporlamak olan gölgesinden korkan ülkücü, mukaddesatçı, muhafazakar,dinidar  bilumum müdürler de dönemin malum zihniyetli gaddar  Maarif nazırı kadar 28  Şubatçı.
Kazanılan bütün işten atılma davalarına  hiç geciktirmeden cevab-ı red veren Danıştay devletlüleri...
Başıörtülülüleri Milli  Eğitim Müdürlüğü binalarına sokmayan kapıdaki görevli, itiraz dilekçesini  imza karşılığı almayarak çöpe  atan kraldan fazla kralcı evrak  kabul memuru  siz 28  Şubatçı  değil  misiniz?  Ve bugün Türkiye’de yaşamıyor musunuz!
Kararlara imza çakan muhterem siyasiler...Bugün attıkları o imzayı  hala  savunmuyorlar mı!
Cumaları kürsüde ellerine  tutuşturulan hutbeleri  harfi harfine  okuyan, imani meseleler bir  yana,  her biri  bitki çiçek  börtü  böcek  uzmanı  olan resmi hizmete mahsus imamlar...Neylersin viran olası  hanede evlad u iyal var...değil mi!
Üniversitedeki odasında pısırık pısırık oturup da dua hakkını,  inşallah  sıra  bana gelmez diye  kullanan miskin akademisyenler...
Her dönemin  adamı, idare-i maslahatçısı seni...
Bugün analizleriyle mangalda kül  bırakmayan muhafazakar köşe  yazarları...
Ellerinde çetele, halkı sokak  sokak ev  ev fişleyen mahalle  muhtarları...
Sadece vicdanlarımızı değil,  ceplerimizi  de  kurutan 28  Şubat’ın siz sayın banka memurları,  ultra çağdaş memureleri...ihlaslı  kazanç  kurumlarının  genel müdürleri...
28  Şubat  şahsı manevisinin  prototipi  ve mümessil- i azamı Demirel’i 40 yıldır  bu memleketin başına musallat  eden siz bilumum sağcı,  muhafazakar,  mukadesatçı halk  kitleleri...
Muhafazakar dergilere,  gazeteler  vs.  reklam vermekten korkan muhafazakar işadamları...
Ve ben... Her gün çalıştığı okulun öğretmenler odasına gelip üniformalarıyla  oturan, keyfine göre derslere girip okulu  teftiş eden askere  “komutanım siz  niye  kışlanızda  değilsiniz” bile diyemeyen ben....Nihayetinde terk-i diyar eden ben, ben de 28 Şubatçıyım.
Milli iradenin şaha  kalktığı Kurtuluş Savaşından hemen sonra bile,milletin iradesini  darbe ve sadmelerle mefluç  eden gizli komitaların  heveskar  gönüllüleri aramızda oldukça... işimiz  zor.
Ama duam şudur:
Allah bir daha bu millete  ebediyete kadar 28 Şubat  zulümleri göstermesin; ve biz 28 Şubatçılara ilk taşı 29 Şubatta doğanlar, masumlar  atsın

TAM OTUZ YIL ARADIM




30 YIL ARADIM...



1980’lerin, bir yönüyle de 1990’ların nev-i şahsına mahsus bir şakirt tiplemesi vardı.  Onları, nerede görürseniz görün  
tanırdınız;  yüzlerinden, hal ve hareketlerinden, mahcubiyetlerinden, nazar-ı  der-kadem yürüyüşlerinden, ve illaki  dışarı  saldıkları gömleklerinden...

Mecbur  değillerse çarşıda işleri  olmaz; dersler dışında,  okula fazla takılmazlar, evlerden ikişer ikişer çıkarlar, azami ihlas, azami fedakarlık ve azami tedbirle hareket ederler, istişaresiz tuvalete gitmezler, çetele tutarlar,maklubenin hasını yaparlardı. Kurban derileri toplarlar,  çapraz Pazar kahvaltıları  yaparlar,  ve illaki patatesli  şeyler  yerlerdi.
Mübarek aşağı, mübarek yukarı  koşusturup duran Anadolu’nun, Trakya’nın köylerinden büyük şehirlere tahsile gelen kimi derviş meşrep, kimi deli fişek bu gençler, “asil  fakat alil “ bir memleketin asırlık sorunlarını omuzlarına yüklenmiş bir mahzuniyet içinde “istikbal inkilabatı” rüyaları görürlerdi...

Ahmet Ersöz’ün Meçhul Bir Kahraman :  Mehmet Özyurt adlı biyografik çalışmasını bir nefeste bitirince, hayalimde  böyle bir protip tüllendi.  Yaşatmak için yaşayan, muhabbet fedaisi,  gösterişsiz...  Muhabbetle çarpan  sinesinde “ ummanlar hüruşan.”  Derdi ömründen efzun biri...

Kitabı kapatırken  dudaklarımdan, ‘tam bir   abiymiş’  sözleri döküldü.  

Hasta  arkadaşının  başından ayrılmayan, kardeşine hanesini, sofrasını, sinesini  açan,  dertli başının altına dizini, omzunu  seren... Kendisiyle ve çevresiyle barışık salih ve salim bir şahsiyet,  silm  ve hilm ehli bir abi. Adam gibi bir adam.  Müslüman.

Merhum Mehmet Özyurt hoca hem ilklerdendi,  hem önden gidenlerden. Bu toprakların  gizli  milli hazinelerinden. Değeri, zamanla  daha iyi  anlaşılacaklardan...

20  Mayıs 1945’te Antakya’nın Karaksi köyü’nde  doğuyor.
Hakikate çok erken yaşlarda uyanıyor. Yedi  yaşında  hafızlığını tamamlıyor. İlk gençliğini civar  medreselerde ilim tahsiliyle  değerlendiriyor.   Liseyi  dışarıdan  tamamlayarak müezzin olarak  başladığı  Çay Mahallesi Camii’ne 16 yaşında  imam oluyor.  Konya’da askerlik vazifesini  yaparken, çarşı  izinlerini  camilerde sohbetler  ederek geçiriyor. Bu genç ve muhrik seda, Konyalının gönlüne taht kuruyor.

Askerlik  dönüşü,  evlilik yılları...  İzmir Yüksek İslam Enstitüsü. Önce  Fethullah  Gülen Hoca’nın kasetleriyle,  sonra da kendisiyle  tanışma günleri... Talebelik ve imamlığın hem-devam ettiği yıllar... Fakr u zarürete düçar yıllar, ama Hey Günler.  Terin  tabandan çıktığı  günler...

Hocaefendi , merhum Özyurt Hocayla  tanışınca, “otuz yıldır  aradım, yeni  buldum” der. Ve  ekler: “Tanıdığım onca insan arasında Allah’a onun kadar yakın bir arkadaş  görmedim diyebilirim”

Yaşları  hemen hemen aynı olsa da,  Özyurt  Hoca, adeta Hocaefendi’de fani olmuştu. Sureten ve sireten birbirlerine çok benzerlerdi. Dinleyen kişiler, yüzünü görmeseler,  konuşanın Hocaefendi oldugunu sanırlardı.
Fethullah  Gülen, ondan söz ettiği bir sohbetinde “kamilane bir hal ve edeple dersi dinlemiş, bir kere olsun bilgiçlik tavrı sergilememiş  ve varlığını  hissettirme  çabasına  girmemişti”  der.
1980  Askeri darbesinden sonra,  hapishane  yolu.  Mahkumlardan , gardiyanlara, müdürlere, polislere   kadar  herkese,  Allah’ı  Peygamber’i anlattığı Medrese- i Yusufiye  dönemi...
Hapishanede  türlü  eziyetlere ve hakaretlere  maruz kalmasına rağmen, bu konular  açıldığında  hiç konuşmamış, başını  eğip  geçmiştir.  Hapisten çıktıktan sonra da bir  daha  ayaklarını  hiç  kimseye göstermiyor.  Hücre arkadaslarıyla hapiste yaşananlar  burda kalacak diye sözleşiyor. 

Hapishaneden sonra,  memuriyetten de ihraç edilir, çalışarak  hak ettigi  imamlık vazifesi  elinden alınır. Zorlardan zor o günlerde, “Bunda bir hayır vardır” der.  Elde avuçta ne varsa  satıp, Diyarbakır yollarına  düşer.  Hayatının son demlerine kadar da  Diyarbakırlı olur. Himmetini Diyarbakırlılara,  Doğu’nun sulhuna, huzuruna hasreder.  Bu şehri öylesine sever ki, dışardan  gelen misafirlerine, yürüyerek  sokak sokak Diyarbakır’ı  gezdirir.  Yıllar sonra  Diyarbakır’a gidenler, en ücra  esnaftan bile,  “Mehmet hoca buraya gelmişti” sözlerini  duymaya devam edeceklerdir. ,
Doğu’ya  huzur soluklayan  mesih  nefesli  bir  fedai  olur.  Güney’i, Doğu’yu karış karış  gezer; bu münbit  toprakların bağrına muhabbet tohumları serper, o  tohumları da gözyaşlarıyla sular.  Bölge ahalisiyle,yüzlerce anı biriktirir. İlmi, ameli ve hasen ahlakıyla halk üzerinde derin bir saygı  uyandırır.

Hesabi değil, hasbiydi,  mefküre  insanıydı,  himmeti milleti  olan... Tam bir hizmet adamı...
Merhumun ağzından düşmeyen sözlerden biri de: ” Sıradan bir insan olmayı öğrenemeyen birinde, ciddi  sorunlar var demektir” sözleriydi. Sürüden değil,  sıradan bir insan, düz, gıllügışsız bir  adem.

İmamet vazifesinin hakkını verenlerdendi. Namaz kılarken ağlar  ve ağlatırdı.  Arkasında namaz kılınmaya doyulmazdı.
Namazda  secdeye gittiğinde  sapsarı  kesiliverdiğini şahitler söylüyor.  Hanımı, evlilikleri boyunca  sadece iki sabah namazını  kaçırdığını, bundan dolayı da günlerce kendini affetmediğini, ah u efganla  dünyayı kendine zehir  ettiğini, oruçlarla  af ve mağfiret aradığını  ifade  ediyor.

Bu muhrik sedalı, latif  edalı, siması hakikat gamzeden   ahir  zaman velisinin  tavırlarında ötelere aitmişçesine bir halet vardı.  Bakışlarında uhranın derinliği, serinliği ve ışıltısı...Ve yüzünde her dem nümayan buruk bir  tebessüm.

Uykusu  yok denecek  kadar  azdı; öğrenmek  ve öğretmekten başka bir şey  düşünmedi. İstikbali tenvir  etmeye cehdeden bir fikir  işçisi  olarak didindi  bir ömür. Eline geçen üç beş kuruşu, yeni  kitaplar  almaya, gelene gidene izzet u ikramda  bulunmaya  harcadı. Kapısı da gönlü de herkese açıktı.
Diğergamlık, fedakarlık, alicenaplık, hasbilik , vefa  gibi  yavaş yavaş sözlüklerden  bile  çekilen kelimeleri ,  yaşadı...
Tevazuu  ile  temayüz etmişti. Hakla  beraber bir  halk adamıydı. İnsanlardan bir insan... Alemin  kendisine gelmesini beklemez, ayaklarına, kapılarına giderdi. Muhataplarına, Doğu‘ya  has o tatlı şivesi  ve bu toprakların derinliğinden süzülüp  gelen bir emin veçhesiyle itimat  ve itminan telkin ederdi.
Tanıyanlar  hep  bir ağızdan “Ondan hiç ama hiç sikayet  işitmedik” diyor. 

Hayatında  lüks ve  teyatral hiç bir şey yoktu.  “Kendisini düşünme fantezisine hiç düşmemişti”. Hizmetlerin çileli  ve dava adamı yetiştiren zamanlarını yaşamış, bugünkü safa devrini görmemişti. 
Fakirdi. İşsiz  kaldığı çok olmuştu. Ama eyvallahsızdı da...
Memuriyeti  gasp edildiği dönemlerde Doğu’ya hicret etti. Diyarbakır’da hayata  tutunmaya çalıştığı  o mahrumiyet günlerinde ailece çok  zorluklar çektiler. İşte o günlerde,  tanıdık biri evlerine meyve getiriyor. Mehmet Hoca ise, meyve getiren arkadaşına, “Neden getirdin. Bir yıldır eve meyve almıyorduk. Bizimkiler alışmışlardı, şimdi tekrar isteyecekler”  diyor
Merhumun bu hallerine sonradan  muttali  olan Hoacaefendi’nin yardım etsek  teklifine çok içerliyor. Kalkıyor  ordan şakın ve sarsık bir vaziyette eve geliyor.  Kendisini  odaya  kapatıyor ve sabaha kadar ağlıyor. Bir hafta sonra  eşi neden ağladığını sorunca da, yutkunarak :  “Ben bu hizmete maaş almak için mi  girdim ki, bana bunu  öneriyorlar? O parayı sana, çocuklarıma nasil yediririm “!
......
Tüm maddi sıkıntılarına  rağmen, saadethanesinde her dem bir cennet  havası  vardı.  Uzaktan yakından gelen herkes için bir istirahatgah,  inşirahgah  idi  evi.
Pekmezci  abinin  “Mehmet Özyurt deyince, aklıma sadakat ve samimiyette zirve geliyor”  diye  tavsif  ettiği  bu  yiğit adam, hayatının son  demlerindeUrfa'ya gitmek için hazırlanır.  Evden çıkarken eşine şunları söyler:
"Öleceğime hiç üzülmüyorum. Sana üzülüyorum. Arkanda bakanınız yok. Beş çocukla, ne yaparsın?"
Eşi Şükriye Hanım, bu konuşmalara önce bir anlam veremez.  Sonradan  vakayı şöyle  anlatır:

 "Çocuklarını öptü, ayakkabısını giydi. İçeriye bakıyordu. 'Ne oldu' dedim, 'Bir şey yok' dedi. Bir basamak indi. Döndü, baktı. 'Ne oldu, bir şey mi unuttun' dedim. 'Hayır' dedi. Gözleri ıslaktı. İnerken ben kapıyı kapattım, içimde büyük bir sıkıntı vardı. Geri açtım kapıyı, gitmemiş. Orada duruyordu. 'Bir şey mi var' dedim. 'Yok' dedi. Yüzüme dikkatlice baktı. 'Allah'a ısmarladık' dedi, koşar adımlarla indi. Kapıyı kapattım, hemen balkona koştum. Balkonumuz müsaitti. Aşağıya baktım gitmiş, göremedim. Bu onu son  görüşümdü.”

Mehmet Özyurt hocamız, 18 Eylül 1988 Pazar günü Urfa'da geçirdikleri elim bir trafik kazası sonucu Bayram Acar, Hasbi Şahin ve Halil İbrahim Çelik ile birlikte vefat etti.
Fethullah Gülen’in özel  olarak kaleme aldığı  bir yazısında merhum Mehmet Özyurt hoca hakkında şöyle diyor:
“Gelecek nesillerin Mehmet Özyurt Hoca gibi hasbî ruhları tanıması ve onların izinden yürümesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü onlar, ömürlerinin her anına bir örnek hal, tavır ve davranış sığdırmış insanlardır. Onların sergüzeşt-i hayatları yarının hasbîlerine yol gösterecek işaret taşlarıyla doludur. Dolayısıyla, hem onları birer yâd-ı cemîl olarak anmak hem haklarında duaya vesile olmak ve hem de geleceğin fedakar ruhlarına hüsn-ü misaller göstermek için Mehmet Hoca gibi kahramanların  hayat hikayelerinin  yazılması lazımdır.”

Yine, Hocaefendi’nin dudaklarından, şehitlerin şahı Özyurt Hoca’nın vefat  haberini aldığında   “belim kırıldı “ sözleri dökülür.

Hocamıza  Allahtan rahmet  diliyoruz, Ahmet Ersöz  beye de bize  bu yiğit insanı,  aziz  abimizi takdim ettiği  ve tanıtığı için teşekkür  ediyoruz. 

Thursday, February 27, 2014

WAR MISIN ROK MUSUN?

Uzun zamandır,  Türkiye'ye 11 bin kilometre uzakta bir uzlethanede imrar-ı hayat ettiğimden, yurdumun bazı turfandalarını ıskalıyorum.  Memleketimizin ilim, irfan  semalarında bir şimşek gibi çakan, matbuatımızın  istikbal  vaad eden böyle  ateşpare-i zekalarından  mahrum kalıyoruz  ne yazık ki...

İlkin, bir bahar akşamı  rastlamıştım kendisine,  Youtube'da gezinirken...  Kötü bir  ilk  intibaydı...İri  iri  konuşan, dinlemeyen, yeni olan her şeyin iyi  olduğu  zehabında bir  genç. Tam bir  Ya yeni hal ya izmihlalci...Dünyanın,  1981’de yaratıldığına inandırmış kendini.

Gel zaman git  zaman,  neredeyse  bir yıl geçmiş bu tesadüfi YouTube videolarının üzerinden.

İki üç haftadır, internetten Dinamit programını  izliyorum.  Rasim  Bey de orada... Programın Kamber’i...

Kendisinden öğrenmemize  göre,  Başbakan evde oturmuşmuş şu an onu izliyormuş.  Biz diyor, biz  var ya biz,  bir daha  vesayetçi rejime  asla müsaade etmeyiz.  Çünkü biz  Yeni  Türkiye’nin   D- demokrat  gazetecileriyiz.  Hatta Başbakan ,  geçen Nagehan’a....   Geçen akşam Barlasların evinde...Sonra, dün falanla,  bugün de feşmekanla  görüştüm, hatta sırf geçen gün feşmekan bin fülan ile lunch’ladığım  için bazıları  tarafından da hazmedilemiyorum...Hem daha bir saat önce CNN’de burda söylediklerimi, aynen orda da  ifade ettim. Buradan çıkışta da....Vs  vs.

Bu minvalde  epey  benbenlik yavesi...

Ama muhabbeti de güzel.  Bu savruk  cerbezenin tuhaf bir cazibesi  var.

Bir  hafta, iki  hafta...Rasim Bey,  beni   sarmaya  başladı.  Her gün bir kaç  TV ekranı, her hafta üç beş  gazete vs.   Her yerde o.

Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem...

Evet, Rasim  Bey’in dilinden  düşürmediği bir  Yeni  Türkiye  lakırdısı var.  Bu kelimenin serhoşu  olmuş. Yeni Rakı gibi  bir  şey.  İçtikçe ( pardon,konuştukça  ) kendinden geçiyor.

Gözü hiç  bir şey görmez olmuş. Yaşı da  genç,  malumatı da yerinde maşallah,  tam bir kim tutar seni vakası...

Eskiler böyleleri  için:

Gör zâhidi kim sâhib-i irşad olayım der,
Dün mektebe gitti, bugün üstad olayım der. beytini okurlardı. Türkçesi, cin olmadan adam çarpmaya çalışmak...

Rasim Bey’le pek çok  konuda hem fikiriz.  Yavaş  yavaş  emarelerini görür gibi olduğum  Yeni Türkiye, beni de taa  dünyanın bir ucunda olmama rağmen çok heyecanlandırıyor. Hem, kendisinin  vatan millet sakarya  vadilerinde cansiperane  verdiği  mücadelesini canugönülden kutluyorum. Cesareti  ayrıca  takdire  şayan. Helal  olsun.

Ama..

Bir kaç şeyin altını  da çizmeden yazıyı  bitirmek istemiyorum.  Çünkü,  bu  yazıyı  sadece bu bir kaç şeyi  demek için  yazıyorum.

Eskiler, usülsüz vüsul olmaz, üslub esasa mukaddemdir gibi şeyler  söylerlerdi.

Rasim Bey  ile fakirin Yeni  Türkiyeleri  birazcık, çok fazla  değil,  farklı...

Mesela  ben, löm löm konuşan,  ama dinlemeyen bir Yeni  Türkiye’yi kabul  etmiyorum.

Mazlumun,  mağdurun hakkını hukukunu savunuyorum, ama  su akarken testimi de doldurmalıyım diyen, halkın halet-i ruhiyesi üzerinden ikbal avcılığı yapan   gazetecilerin ekranlarda köşe kapmaca oynadıkları...  bir  Yeni Türkiye istemem.

 “Özgürlüğün çarpıntısı"  logosuyla websitesi açıp, " Eyyamcılığın daniskası"nı yapanların prim yaptığı Yeni  bir  Türkiye de  görmek istemem.

Ortaya koyduğu işe göre değil, ilişkilerine göre istihdam olunanların iş tuttuğu  Türkiye’ye  ben zaten  Yeni  demem.

Külhanbeyi  edasıyla  racon kesen, ortalık karıştıran, sonra da birlikten beraberlikten söz eden hali  kaline uymaz,  şecaat arzederken sirkatin söyleyen, dedesi  yaşındakilerle  muhatap  olurken asgari saygı kurallarına bile  riayet etmeden konuşan  nevzuhurların arz-ı  endam ettiği memlekete, değil Yeni,  Türkiye  bile demem.

İcazet aldığı  tekkenin şeyhinden “yürü pirim, top  senin çevgan senin bu dönem”  iltifatının gazıyla hareket ederken  ne minber ne de mihrap  bırakan usül erkan  gözetmezin sikkeyi  basıp  turrayı  kesmeye çalışan Ali  kıran baş kesenlerin ahkam kesitiği bir  Türkiye’ye de Yeni diyemem.

Hoşlanmadıklarının üstünü eks'leyen, bir kaç alkışa  tav olan... Konuşmalarında , " Senin Yeni Türkiye'de  miadın doldu" repliğini dillerine pelesenk  eden,  ortamını bulduğunda ise  yağcılık sanatının şaheserlerini  sergileyen.....Histerik  bir Meşrutiyet  isterükçüsü,  biraz  Felatun Bey,  biraz  Rakım Efendi,  Recaizade’ye Araba Sevdası ( ya da  Yalı  Sevdası)  novellasını yazdıran züppe tipinin 2012 mümessillerinin  nam saldığı  bir Türkiye’ye  yeni  diyenlerin sadece egolarına yeni’ldiklerini  söyler...

 Ve selam ederim.




Bir siyasetcimizi dinliyorum canli  yayinda. Meydanlarda. Bayraklar,sloganlar,pankartlar...
Konusurken hirstan cakmak cakmak gozler. Cikma karsima ezer gecerim demokratligi.
Tevazu,haktan ve milletten gorunme kisvesi altinda...Ne yaparsam yapayim,atarim kendimi meydanlara bir kac ayet, hadis, biraz vatan millet edebiyati yaparim,bu masum ve safiyane halki yine teshir ederim ,gonlunu alirim anlayisi..
Meydanlarda hanceresi yirtilircasina ezberledigimiz nakaratlari tekrarlayanlar, siyasi nutuk irad edenler, bir de sarki soyleyiverdi mi,  saniyorlar ki asayis berkemal olacak, her sey asan olacak...Adaletsizliklik, esitsizlik, zulumler sona erecek...
Guzel siir okuyorum ya, daha istiyorsun!
Va esefe ve va hayreta!

Wednesday, February 26, 2014

YAZMAK 1
Bu platform özgün bir biçimde kendi sesimi kurmama ve duyurmama  vesile olur inşallah.
Uzun boylu düşünceler olmayabilir burada serd ettiklerim.Sadece söz uçar yazı kalır sözünün hakikatine olan inancımdır.Gün boyu kimi zaman öyle hayallere, düşüncelere dalarım ki, keşke yazaydım bunları diye hayıflanırım neden sonra...Keşke  kucuk bir not alsaydım derim...

Kelimelerden kelime seçmek, yan yana dizerek onları, yeni anlamlar ortaya koymak bana tarifsiz hazlar,heyecanlar yaşatır. Diyebilirim ki, şu fani hayatta bana kamil manada  bir tatmin hissi veren sayılı dünya zevklerindendir yazmak...

Diğer yandan, gün geçtikçe yazmanın bir mesuliyet hatta bir badet olduğu kanaatim de pekişiyor. Sadece kendi sızılarımı, zevklerimi, hayallerimi..yazmakla sınırlı kalmak dun-himmetlikçe görünüyor  bana. Çünkü öylesine haksızlıklara sahne oluyor ki dünya, susmak, görmezden gelmek  tahammülfersa bir azaptir.Hiç birşey yapamazsam da yazmalı, dile getirmeliyim, kayda geçmeliyim bu haksızlığı,adaletsizliği diye dusunurum...

Mesela iletişim dilimizi,üslubumuzu kurgulamamızdaki, düzenlememizdeki sorunlarımızın vahim adaletsizliklere sebebiyet verdiğini görüyorum. Hislerimiz ve hayallerimiz mesela bize muhkem düşüncelermiş gibi geliyor, toplumu ilgilendiren hassas mevzularda kolayca bolkesen ve hiçbir sorumluluk gözetmeden atıp tutabiliyoruz.

Bu adaletsizlikler beni çileden çıkarıyor.Bşlmem ki burada yazağım üçbeş kelime bir ses çıkarır mı,hiç olmazsa birkişinin, benim, yarelerime bir merhem olur mu!

Kanada'dan hayırlı geceler efendim.

Finish strong

When the challenges become more difficult, that’s your opportunity to become more determined. When the end of the race is near, the winner is the person who picks up the pace.
It’s easy and common to start out strong. Real achievement comes to those who can also finish strong.
The doubts and challenges along the way can either drain your enthusiasm and commitment, or they can prompt you to grow stronger. When you choose to grow stronger, not only do you reach the goal, you also become more confident and effective in the process.
When you’ve gone this far, it pays to make the most of what you’ve already been through. Get maximum value from your efforts by finishing strong.
When the endeavor is nearing completion is when you can add the most discernible and enduring value. Finish strong and make it something you can always look back upon with satisfaction.
Your efforts so far have created a powerful momentum, so continue to make the most of it. Finish strong and you’ll be fully prepared for whatever is next.


SÜKUT

Anne  LeClaire ilginç bir yazar. Hani yazarların acaip ve garaip kimi halleri, saplantıları, itiyatları falan vardır ya; Listening Below the Noise yazarının da bu minval üzre tuhaf bir huyu varmış: 
Yazarımız, 1992’denberi her ayın birinci ve üçüncü pazartesi günleri, kesinlikle konuşmazmış. Sükunetle geçen pazartesi ihsaslarını da güzel bir kitapta okurla paylaşmış.
İmrendim Anne LeClarire’e... Sabrını, istikrarını da kutlarım. Gerçek benliğiyle başbaşa kalabildiği, ruh ve kalb ikliminde gönlünce keşif seyahatlerine çıkabildiği için, ruhunu ve zihnini sessizliğin sağaltıcı iksiriyle besleyebildiği, sükuneti bir şifa gibi yudumlayabildiği için...İç derinliklerinden kopan “Sükunet çığlıkları”nı elimize bir kitap olarak sunuduğu için de ayrıca tebrikler...
Bizim kültürümüzde de, Afat-ı Lisan dedikleri bir kavram var. Dilin afetleri, ziyanları, belaları; yerli yersiz konuşup durmanın zararları... 
Yirmi yıl dünya kelamı etmeyenler, yatsı namazlarından sonra aile efradıyla dahi konuşmayanlar, gıybetten, yalandan, övünmeden, fuzuliyattan, malayaniyattan,  dünya menfeatı için kemküm edip durmaktan, benbenlenmekten, nefsi temize çıkarma sevdasından gibi şeylerden “susarak”  içtinap etme yoluna süluk edenler;  meramlarını, halleri ile ahvalleri ile dile getiren, müşküllerini hal dili ile çözüme kavuşturan o eski zaman sükutileri...Hz. Peygamber’in “ Susan kurtulmuştur”, “ Ya hayr konuş, ya da sus”  düsturlarını şiar edinmişlerdi; az yeme, az uyuma ve az konuşma ikliminde, asudane bir hayat sürmüşlerdi.
Evrende, her dem sakit bir infial var; artık ayak uydurmakta zorlandığımız bir devr-i daim bu... Yağmurda, rüzgarda, börtü böcekteki bu İlahi senfoninin hemheme ve demdemesine kulak kesileceğimize, bir kakafoni içinde yuvarlanıp gidiyoruz şimdi.
Zahirdeki  curcuna, batındaki teşevvüş  evrendeki bu ahengi boğuyor. Gerçek benliğimizle, hakikatimizle bir türlü başbaşa kalamıyoruz, kendimizle yüzleşemeden bürünüp üç arşınlık beze, salıyoruz kara bağrına toprağın kendimizi çarnaçar. Sadece ve sadece sükunette tebellür edecek benliğimizle; sessiz kaldıkça, daha da sübut bulacak benliğimizle halvet oladan göçüp mü gideceğiz. 
Kabul, sürat çağındayız.
Kabul, enaniyet asrındayız. Zihinlerimiz benben diye zonkluyor, kalplerimiz ene ene ritmiyle atıyor. İlla ki bir killet-i kelam dervişliğinden söz etmiyorum. Dediğim, keşke kendimizi zaman zaman bir kenara çekebilsek, sükunete bürünmeyi becerebilsek, benliğimizi sükunetin, sakinliğin koylarına salabilsek! Avazemizi bu aleme bir kere de susarak salabilsek; sessizliğimizin sesini duyabilsek, duyurabilsek bir kerecik.Söz sırası geldiğinde ağzımızı gemleyip, bu kez susmayı yeğleyebilsek, susabilme fırsatını kaçırmasak! Susarak ifade etsek kendimizi; hayır hayır kendimizi ifade etmesek bu kez!
Konuşmazsam içimde kalır, taşı gediğine koymasam olmaz demesek... Araya girmesem, şahane, dahiyane fikirlerimi serdetmesem, burda bir farklılık ortaya koymazsam olmaz demesek. Bugün devasa planlardan, projelerden söz etmesek, iri iri konuşmasak.
Kimi zaman ağır bürokrat pozlarında, kimi zaman tevazu kisvesinde sarfettiğimiz o kişiliksiz sözleri sağa sola saçmasak. Her lafa maydonaz olmasak, malumatfürüşluk, faziletfürüşluk, hodfüruşluk gayyalarına yuvarlanmasak. O an sussak, o saat, o gün sussak.
Biliyorum, bunları yazması kolay! Ama şu aralar, fitnenin gemi azıya aldığı, eyyamcıların, felaket tellallarının, kıyamet dellarının en cani tezviratlarının ruhumuzu ve cemiyetimizi katlettiği bu aralar...kulağıma gelen en latif kelam, sükunet. Hani Hindu düşünür Sai Baba der ya: “Tanrının ayak seslerini, ancak sessizlikte duyabilirsin” diye. Ben de, sükunet hallerimde O’na daha yakınlaştığımı, kelimelerimi susturdukça, kalbimin  konuşmaya başladığını; daha derin duyduğumu, duyumsadığımı  hissediyorum.

Şu ölümlü dünyada, yerinde ve zamanında edilmiş bir hayır kelamı kadar kıymetli çok az meta vardır. Ama manidar bir sükunet, en hikemi kelamdan daha ağırdır,altın gibi kiymetlidir. Bu değeri bize, yılda bir kez de olsa ihtar edecek bir Dünya Sükunet Günü ihdas edileydi ne güzel olurdu!
Ben şimdilerde, bazı şeyleri susarak anlatan bir bilge tanıyorum. Hayatı boyunca insanlara konuşarak hakkı hakkikati anlatmış bu bilge, şimdilerde kaderin garip bir cilvesi olarak, ahir ömründe hayatının dersini susarak veriyor. Onun sükuneti, vicdanların tahammül etmekte çok zorlanacakları bir cevap mahiyetinde...
Keşke bizler de “Esenlik ve huzur on ise, dokuzu susmaktır.” diyen Hz. Ömer gibi susmayı bilebilseydik! Ahmet Kurucan “Sükûtun çığlığı hutbenin belagatından daha fasih ve daha beliğdir böyle zamanlarda.” diyor.
Ben yine en güzel teselliyi bir divan şairinde bulacağım:
Terk-i da’va ile da’vamızı isbat ederiz
Leb-i hâmuş ile biz hasmımızı iskat ederiz                                            
                                           İzzet Molla

TWİTTER BAĞIMLILIĞI

Twitter bağımlısı mısınız? Twiter ile bir aşk-nefret ilişkisi içinde misiniz?
Ben de aynı dertten muztaribim. Göz atıp çıkmak için girdiğimde, zaman su gibi akıp geçiyor. Akıp duran yalan yanlış malumat selinde boğulmamak da zor! Nereden bakılırsa bakılsın bu bir zaaf.
Peki, gazeteci, sosyal medyacı vs. değilseniz Twitter’da serseriyane dolaşıp durmanın manası ne? Bence bu da makul bir sual.
Türkiye’nin dağdağalı siyasi havasında hesaplar, hesaplaşmalar sosyal medyadan görülüyor. Sitemlerimizi, eleştirilerimizi buradan kolaylıkla yöneltebiliyoruz, varsa bir haksızlık baş kaldırabiliyoruz. Geleceğe not düşebiliyoruz, belge bırakıyoruz. Hakaret etmeden…
İnsanımız, kitap, dergi okumak şöyle dursun; neredeyse artık gazete bile okumuyor, haberleri Twitter üzerinden takip ediyor.Twitter da filozoflardan, mücahitlerinden, fitne fesad bezirganlarına, manipülatörlere, şantajcılara herkes bir yer buluyor, rahatlıkla ahkamını kesebiliyor. Burada yazılanlara bakarak kişilerin siyasal tercihlerini tespitten tutun da en kompleks karakter özelliklerine kadar bir seri tahliller yapmak da mümkün!
Ben de kendimce bir anlatı inşa ettiğim, bir yönüyle de kendi zihinsel arşivimi kaydettiğim tweetlerimde, yazdıklarımın  sadece bu dünyaya değil, ahirete de bakan yönleri olduğunu hatrımda tutmaya özen gösteriyorum. Ama vessas ve vehham kişiliğimden olsa gerek çok kez de kendime sormadan edemiyorum: İyi ama ben burada ne yapıyorum saatlerdir!
Geçenlerde sevdiğim bir dostum, günlük evrad ve ezkarımı okumadan Twitter’a girmiyorum deyiverdi! Bu kararını da uzunca bir süredir uyguluyormuş. Saygı duyulması gereken bir yöntem. Fayda içinde fayda. En azından Twitter’a öfkeli, intikam duygularıyla lebaleb bir halet-i ruhiye ile girmiyordur bunca duadan sonra…
Ben de bugün sordum kendime, Twiter’a neden giriyorum ve dahi neden çıkamıyorum diye. Can sıkıntısı mı, hakikat-perverlik mi, haberdar olma ihtiyacı ya da insiyakı mı!.. Yoksa düpedüz, adamakıllı bir bağımlılık mı bu! Yakın bir zaman önce bu konuda Guardian’da yayınlanan bir araştırma, Twiter’ı bırakmanın alkol ve sigara bağımlılığından daha zor olduğunu ortaya koyuyordu! Vahim!
Ben de nam-ı hesabıma şimdengerü bir kısım tahditler getireceğim Twiter kullanmaya. Zaten şekvam Twitter gibi çok faydalı bir icada değil, kendime, zamanımı fazlasıyla Twiter kullanmaya sarf etmeme…Evet benim gibi vaktinin ekserisini bilgisayar karşısında geçiren biri için kolay değil terk-i Twit eylemek!
Arkadaşımın tuttuğu yol güzel. Bence herkes kendince, öz yapısına muvafık böyle hoş çareler bulabilir. Ben degünlük en çok yarım saat, o da 15 dakika sabah, 15 dakika da gece Twiter’da zaman harcayağıma karar veriyorum, takipçilerime bunu deklare ederken sözlerimi, Türk’üm doğruyum,kararlıyım nakaratıyla hitama erdiriyorum.