Wednesday, November 12, 2014

Guzel bir kac site

http://feelhappiness.com/

http://reframe.thnk.org/

http://www.strongbonds.jss.org.au/

http://www.mindtools.com/pages/article/newCT_05.htm

Tuesday, October 28, 2014

BRAVO KANADA

Bu aralara Kanada ile ile ilgili ardi ardina ovgu dolu yazilar kaleme aldigimi soyleyenler oluyor. Nasil yazmayayim ki!
Hayatimin 15 yili bu guzel ulkede gecti.
Nice guzel insalnlarla tanisma firsati bulup, nice guzel yerleri dolasip egzdigim gibi, her gun birbirinden guzel vakayla da karsilasiyorum bu dunyalar guzeli ulkede.

Iste o vakaraldan birinin videosu:

 https://www.facebook.com/video.php?v=830412050343882

Sunday, October 26, 2014

KANADALILARDAN ORNEK BIR OLAY

Kanada'nın başkenti Ottawa'da geçtiğimiz Çarsamba günü yaşanan terör olayı, dünya gündeminde ilk sıralarda yerini aldı; hakkında konuşuldu, yazıldı, çizildi; bir kaç gün içinde de unutuldu. 
Fakat, sözkonusu meşum olay, Kanada'da bütün yönleriyle ele alınmaya devam ediyor, hala ülkenin ilk gündemi. Uzun bir sure daha konuşulacağından ve olayın Kanadalılar üzerindeki etkisinin kalıcı olacağından şüphe yok.
Kanada medyası, bir kaç küçük istisnası hariç,  iyi bir sınav verdi.
Duyarlı ve titiz yaklaştı olaya. 
Genelleyici ve olumsuz itham ve isnatlardan özellikle kaçınıldı, vakanın sunumunda özenli bir dil ve anlatım kullanıldı.

Hatırlatmak gerekirse, geçen hafta içi, iki gün arayla Kanada’da birbirini takip eden iki olay yaşandı.
Aralarında belli hususlarda ilişki de kurulan bu iki olaydan ilki, dünya gündeminde fazla yer bulmadı.
Yeni müslüman olan Couture-Rouleau adlı 25 yaşındaki Kanada vatandaşı, Quebec şehrinde bir askere saldırmış ve saldırıdan sonra asker ölmüştü. Saldırgan da, olay yerinde polis tarafından silahla vurularak öldürülmüştü.

Bu olaydan iki gün sonra, ilk olayın ortaya çıktığı yere fazla uzak sayılmayacak başka bir şehirde, başkent Ottawa’da, dünya gündemine oturan müessif bir teror olayı yaşandı.
Babası müslüman olan Michael Zehaf-Bibeau adlı 32 yaşındaki biri de, Ottawa’da Meclis bahçesinde düzenlediği silahlı saldırılarda bir askeri öldürdü.

İkisi de Kanada doğumlu olan bu genç isimler, müslümandı, İslamla sonradan tanışmışlardı.
Konuyu inceleyen uzmanlar bu iki olayda şu iki ortak unsuru tespit ettiler. Din ve uyuşturucu.

Maalesef, barış, güven ve huzur dini İslam, iki kendini bilmez, insaniyetten nasipsiz mecnunun ve uyuşturucu müptelası zavallının yaptıkları yüzünden yine olumsuz tartışmaların odağında yer aldı.
Medyanın olayları müspet sunmasına, halktaki genel hoşgörülü ve anlayışlı tutuma rağmen zihinlerde soru işaretleri hasıl oldu. Bilmem ki bu önyargılar nasıl, ne zaman ve hangi gayretlerle izale edilebilecek!

Şu bildik ve yanlış söylem, "Bütün müslümanlar  terorist değildir; ama nedense bütün teröristler de Müslümanlardan çıkıyor" bir kez daha pekiştirilmiş oldu.

Müslümanlar, kendilerini yine böyle vahşi olaylar bağlamında ve savunma refleksleri içinde anlatma durumunda kaldılar.

Ben, Ottawa’daki saldırı olayını, sevgili dostumuz Wilfrid Laurier Üniversitesi’nde Ilahiyat Fakultesi Dekanı Prof. Dr. David Pfrimmer’den duydum.
Çarşamba sabahı, bana haberi verdiğinde, gayr-i ihtiyari ağzımdan şöyle bir cümle çıkıvermiş; "Fail, inşallah bir müslüman değildir!"  

İlk bakışta çok bencilce görülebilecek bu cümle, aslında gurbette yaşayan ve oturup kalktığı yerlerde İslam’ın barış ve emniyet dini olduğunu anlatmaya çalışan insanların bilinçaltını da ifade ediyordu. Gerçekten de yapmak zor, yıkmak kolaydı.

Nitekim olayın akşamında birlikte katıldığımız bir toplantıda Dr. Pfimmer, yaklaşık 300 kişiye yaptığı konuşmasında, sabahleyin kendisiyle aramızda geçen  bu diyaloğu aktardıktan sonra şunu sordu Kanadalı dinleyicilerine:
"Kanada'da yaşayan müslümanların psikolojisini düşünebiliyor musunuz?"!

Saldırı olayı gerçekleştiği andan itibaren insanlar bizi arıyor.
ISIS hakkında, Quebec ve Ottawa'daki  olaylarla ilgili, bir müslüman olarak ne düşündüğümüzü soruyor. Okulda, sokakta, mahallede, medyada…

Kanada da faaliyet gösteren İntercultural Dialog Institution'un yetkilileri, konuyla ilgili ortalıkta dolaşan yanlış anlamaları giderebilmek için ülke genelinde  yoğun bir mesai sarf ediyor.
Basın açıklamaları, siyasetçi ziyaretleri, dini çevrelerle ortak programlar düzenlenmesi, akademik toplantılar, halkı aydınlatıcı kouşmalar… Kanada genelinde seri bir sekilde yapılmakta.

Gerçekten de böylesine hayati bir dönemde, sağduyulu, açıklayıcı, yanlış anlamaları giderici mesajların değeri çok büyük. Makul Kanadalılar güzel  bir sada duymak istiyor, "hayır İslamiyet bu değil, bu zavallılar birakın müslüman olmayı insan bile olamazlar" diyeyecek makul müslümanlar görmek istiyorlar çevrelerinde.

İnsanlara ısrarla, tekrar be tekrar anlatılan şu; 
"Müslüman terörist olamaz. Bir kimse de terör faaliyetlerine karıştığı müddetçe gerçek bir müslüman olarak kalamaz."

İslam dünyasından çıkan bu  güçlü mesajın ve söylemin sahibi, Fethullah Gülen Hocaefendi.
İslam’ın özünü ihtiva eden bu mesaj, bugün Kuzey Amerika’da kendine hatırı sayılır bir yer edindi. Mesajın ayrıntıları, birebir veya toplantılar çerçevesinde muhataplara anlatılınca da, ortaya fevkalade müspet bir hava çıkıyor.

Terörün amacının toplumsal kargaşa çıkarmak, insanları, fikirleri ve zihinleri terörize etmek olduğunda şüphe yok! Dolayısıyla teröre verilecek en güzel cevap sevgi ve hoşgörü şeklinde bu ana mesajın çevresinde biçimlenecek müspet hareketlerde, etkinliklerde yatıyor.

Ne mutlu ki iki gün once böyle mutlu ve ruhlara inşirah salıcı bir haber de aldık Kanada’dan.
Vuku bulan bütün bu talihsiz olayların, terör vakalarının estirdiği  menfi havaya rağmen, hadiseler kader-denk noktasında çok güzel inkişaflara da vesile olabiliyor.

Son olaylar müvacehesinde ortaya çıkan bütün kötü algılamara rağmen, Kanada'da bu olaylar bağlamında oh be dedirten, insanlığa nefes aldıran bu haberi, bana telefonla ileten dostumuzun sevincini hissedebiliyordum. Yaşanan, gerçekten de Kanadalılar için bir gurur vesilesi, müslümanlar için de göz yaşartıcı, teskin edici bir tabloydu. Vakayi sizler için özetleyeyim:

Ottawa'daki talihsiz olaydan sonra, geçen Cuma sabahı, kimliği belirsiz, kendini bilmez vaziyetten vazife çıkarmak isteyen bazı kimseler, Edmonton'nın Cold Lake bölgesindeki bir camiye saldırmışlar, ibadethaneyi tahrip etmişlerdi.
Caminin kapıları, pencereleri kırılıp dökülmüştü.
Dahası, bu vandal zihniyetli kişiler sağa sola dinimizle ve müslümanlarla ilgili yakışıksız ibareler de yazıyorlar.
Mesela, caminin iç ve avlu duvarlarına defalarca " Müslümanlar! Eve dönün" cümlesini karalıyorlar. 

Dünyanın her yerinde iyilerle kötüler içiçe yaşar. Ama Kanada, iyilerin kötülere kahir ekseriyetle galebe çaldığı, daha da onemlisi iyilerin kötülerden çok daha cesur olduğu nadir diyarlardan..

İşte bu yıkım ve tahrip olayından sonra Kanada'nın kahir ekseriyetteki iyi insanları, Cold Lake'in makul vatandaşları ne yapıyor?

Yediden yetmişe, kadınından erkeğine hemen kolları sıvıyorlar, müslüman arkadaşlarının, komşularının yardımına koşuyorlar.
Gönüllü olarak bir araya gelip, tahrip edilen camiyi tekrar güzelce temizleyip tamir ediyorlar. Cuma namazı için de hazır hale getiriyorlar.
Nefret soylemli yazıları siliyolar. 
Caminin pencerlerine  bütün dinlerin ortak yaklaşımını sergileyen "Komşunu sev" levhaları asıyorlar.

Caminin yetkililerinden Mahmut Elkabri, muspet bir yakalsi sergliyor ve " Camimize bu çirkin saldırıyı düzenleyenlerin herhangi bir dini grup ile irtibatli olduğuna hiç ihtimal vermiyorum; sanırım bu çevreden olmayan serhoş birinin eylemi" deyip geçiyor.

Tahrip edilen cami sehrin oldukça muhafazkar bir bölgesinde. Bununla birlikte bu üzücü haberi alan çevre sakinleri Camiyi tekrar ihya etme ve ibadete hazır hale getirmek için seferber oluyorlar.

Kanada Federal polisi, RCMP,  bu menfur  olayı butun yonleriyle araştırıyor, faillerin peşinde. Şehrin Belediye Başkanı Craig Copeland, hadiseyi, "son derece büyük bir hayal kırıklığı" olarak betimleyerek, Cami'nin kendi toplumlarının sosyal dokusunu tamamlayan unsurlardan biri olduğunun altını çiziyor.

Cami yetkileri, olaydan sonra çok sayıda gayr-i muslim Kanadali’nin, camilerini ziyaret ederek bu vandalizmden ve nefret icerikli yazilardan dolayı geçmiş olsun dileklerini ilettigini ve yapabilecekleri herhangi bir şeyin olup olmadığını sorduklarını belirtiyorlar. 

Hatta, bu müessif olay sebebiyle, Camii çevresindeki halktan, müslüman olmayan bazı kimselerin ağladığını, nasil boylesine menfur bir vandalizmin kendi bolgelerinde olabildigine bir anlam veremedikelrini, bu olaydan dolayı çok ziyadesiyle müteessir oldular. Caminin temzilik ve tamir islerinde gonullu olarak calisan digger Kanadalilara yeek, cay ve kahve ikramlarında bulunarak müslümaların yanında yer aldılar.

Onarım çalışmaları esnasında medyaya konuşan bazı gönüllüler, bu olaya tevessül edenlerin "cahil, dar goruslu ve kötü niyetli" olduklarının, bu zorbalığın Kanadalılardaki karekteristik  hoşgörü özelliklerini gölgeleyemeyeceğinin özellikle altını çiziyorlar.

Camii'ye yakin bir adreste ikamet eden Kelly Ross adlı bir Kanadalı, çevreden haberi alan insanların, yoldan geçenlerin  camiye gelerek, tamir için para yardımında bulunmak istediklerini anlatıyor. Caminin tamir işlerinin  imece usuluyle kendiliğinden organize edildiğini, herhani bir kimsenin ya da kurumun öncülüğünde gelişmediginin de özellikle altını çizmek lazım. 

Camii imamı da  Cuma hutbesinde, Kanada’da yaşayan müslümanlar ile gayr-i müslimler arasındaki bu etkileyici diyalog faaliyetinin üzerinde duruyor. Müslüman olmayan kimi Kanadalılar da gözlemci olarak Cuma namazına iştirak ederek bu zor günde müslümanların yanında olduğunu gösteriyor, hem haksız yere ithamlara maruz kalan hem de ibadethaneleri tarumar edilen müslümanlara destek veriyorlar. Terörizme karşı bundan daha etkili hangi mücadele yöntemi olabilir! Bu tavır, tam da Kanadalılardan beklenebilecek bir jest.

Nitekim İmam şunu söylüyor:
 "Bu ülkeye sonradan gelmiş olsam da bugün şu anda  bir kez daha anladım ki, Kanada benim ülkem, benim evim.”

 İmam ülke genelinden, Vancouver'dan Ottawa'dan, Montreal'den, küçük şehirlerden olayı kınayan desteklerini belirten telefonlar ve emailler yağdığını belirtiyor. Ayrıca menfur olayı haber alır almaz, şehrin bütün resmi zevatının olay mahallini ziyaret ederek, üzüntülerini, teessüflerini ilettiklerini de ifade ediyor İmam.

Bu tür hikayeler çok önemli. Savaşları, terörü engelleyici hikayeler işte bunlar. 
Yunus’un “söz ola kese savaşı” dediği jestler, anlatılar bunlar.

Miyonlarca insanın Kanada’da yaşamak istemesinin nedeni sadece ekonomik değil. İşte bu gibi sebepler. 

Long live Canada!




Thursday, October 16, 2014

BU RUH DURDUKÇA

1980'lerin, bir yönüyle de 1990'ların nev-i şahsına mahsus bir "şakirt" tiplemesi vardı. 
Onları, nerede görürseniz görün hemen tanırdınız; yüzlerinden, hal ve hareketlerinden, mahcubiyetlerinden, sokaklarda nazar-ı der-kadem yürüyüşlerinden, ve illaki dışarı saldıkları gömleklerinden...
Mecbur değillerse çarşıda işleri olmaz; dersler dışında, okula fazla takılmazlar, evlerden ikişer ikişer çıkarlar, azami ihlas, azami fedakarlık ve azami tedbirle hareket ederler, istişaresiz tuvalete bile gitmezler, çetele tutarlar, sadece patatesten en az beş altı türlü yemek pişirmekle kalmaz, maklubenin de hasını yapmayı bilirlerdi. 
Kurban derileri toplarlar, arkadaşlarının kaldığı diğer evlerle çapraz Pazar kahvaltıları düzenlerler, sokaklarda battaniye veya çarşafa sararak birbirlerine taşıdıkları televizyonlarda ezkaza haber sunan bir bayan spiker çıkınca da gözlerini fıtri bir mahcubiyetle hemen yere dikerlerdi... 
Mübarek aşağı, mübarek yukarı koşuşturup duran Anadolu'nun, Trakya'nın köylerinden büyük şehirlere tahsile gelen kimi derviş meşrep, kimi deli fişek bu delikanlılar,  "asil fakat alil" bir memleketin asırlık sorunlarını omuzlarına yüklenmiş bir mahzuniyet içinde "istikbal inkilabatı" rüyaları görürlerdi...
Ahmet Ersöz'ün Meçhul Bir Kahraman: Mehmet Özyurt adlı biyografik çalışmasını bir nefeste bitirince, hayalimde böyle bir protip tüllendi. Çağdaş bir AlpEren tipi. Yaşatmak için yaşayan, muhabbet fedaisi, alabildiğine duru, sade ve gösterişsiz... Muhabbetle çarpan sinesinde "ummanlar hüruşan." Derdi ve çilesi ömründen efzun biri...
Kitabı kapatırken dudaklarımdan, 'tam bir abiymiş' sözleri döküldü, merhum Özyurt için.
Hasta arkadaşının başından ayrılmayan, kardeşine hanesini, sofrasını, sinesini açan, dertli başının altına dizini, omzunu seren... Kendisiyle ve çevresiyle barışık salih ve salim bir şahsiyet, silm ve hilm ehli bir abi. Muhannete temenna etmeyen adam gibi bir adam. Hassaten bugün ne çok ihtiyacımız var bu ruha.
Merhum Mehmet Özyurt hoca hem ilklerdendi, hem önden gidenlerden.
Bu toprakların gizli milli hazinelerinden. Değeri, zamanla daha iyi anlaşılacaklardan. Bugün de mumla arananlardan...
20 Mayıs 1945'te Antakya'nın Karaksi köyü'nde doğuyor.
Hakikate çok erken yaşlarda uyanan bir talihli. Yedi yaşında hafızlığını tamamlıyor. İlk gençliğini civar medreselerde ilim tahsiliyle değerlendiriyor. Liseyi dışarıdan tamamlayarak müezzin olarak başladığı Çay Mahallesi Camii'ne 16 yaşında imam oluyor. Konya'da askerlik vazifesini yaparken, çarşı izinlerini camilerde sohbetler ederek geçiriyor. Bu genç ve muhrik seda, Konyalı'nın gönlüne taht kuruyor.
Askerlik dönüşü, evlilik yılları...
İzmir Yüksek İslam Enstitüsü. Önce Fethullah Gülen Hoca'nın kasetleriyle, sonra da kendisiyle tanışma günleri... Evl' olmasına rağmen, talebelik ve imamlığın da hem-devam ettiği yıllar... Fakr u zarürete düçar olunan yıllar, ama Hey Günler. Terin tabandan çıktığı günler.
Fethullah Gülen Hocaefendi, merhum Özyurt Hoca'yla tanışınca, "otuz yıldır aradım, yeni buldum" der. Ve ekler:
"Tanıdığım onca insan arasında Allah'a onun kadar yakın bir arkadaş görmedim diyebilirim"
Yaşları hemen hemen aynı olsa da, Özyurt Hoca, adeta Hocaefendi'de fani olmuştur. Aradığını bulmuştur adeta. Sureten ve siretende  birbirlerine çok benzerlermiş. Dinleyen kişiler, yüzünü görmeseler, konuşanın Hocaefendi olduğunu sanırlarmış hep.
Fethullah Gülen, ondan söz ettiği bir sohbetinde "kamilane bir hal ve edeple dersi dinlemiş, bir kere olsun bilgiçlik tavrı sergilememiş ve varlığını hissettirme çabasına girmemişti" der.
1980 Askeri darbesinden sonra, Mehmet abiye hapishane yolu görünür. O da bu memleketin kendi evlatlarına layık gördüğü gadirden ve zulümden nasibini alır, haspishane çilesi çeker. Mahkumlardan, gardiyanlara, müdürlere, polislere kadar herkese, Allah'ı Peygamber'i anlattığı bir Medrese-i Yusufiye dönemidir bu.
Hapishanede türlü eziyetlere ve hakaretlere maruz kalmasına rağmen, bu konular açıldığında hiç konuşmamış, başını eğip geçmiş. Hapisten çıktıktan sonra, bir daha ayaklarını hiç kimseye göstermiyor. Hücre arkadaşlarıyla da, hapiste yaşananlar burda kalacak diye sözleşiyor.
Hapishaneden sonra ç,le sona ermez, bu kez de memuriyetten ihraç edilir, çalışarak hak ettiği imamlık vazifesi elinden alınır. Zorlardan zor o günlerde, "Bunda bir hayır vardır"der. Elde avuçta ne varsa satıp, Diyarbakır yollarına düşer, hizmet yollarına. Hayatının son demlerine kadar da Diyarbakırlı olur. Himmetini Diyarbakırlılara, Doğu'nun sulhuna, huzuruna hasreder. Bu şehri öylesine sever ki, dışardan gelen misafirlerine, yürüyerek sokak sokak bütün Diyarbakır'ı gezdirir. Yıllar sonra Diyarbakır'a gidenler, en ücra esnaftan bile, "Mehmet hoca buraya da gelmişti" sözlerini duymaya devam edecektirler. Doğu'ya huzur soluklayan mesih nefesli bir fedai olur. Bediüzzaman'ın hakim, savcı ve polislere hitaben söylediği, "...bin savcı kadar bin emniyet müdürü kadar bu memleketin huzuruna ve emniyetine hizmet etmemişsem Allah beni kahretsin" sözleri bir kez daha manasını bulmuştur adeta onun şahsında. Güney'i, Doğu'yu karış karış gezer; bu münbit toprakların bağrına muhabbet tohumları serper, o tohumları da gözyaşlarıyla sular. Bölge ahalisiyle,yüzlerce anı biriktirir. İlmi, ameli ve hasen ahlakıyla halk üzerinde derin bir saygı uyandırır.
Hesabi olmaz, şiarı hasbiliktir.
Merhumun ağzından düşmeyen sözlerden biri de: "Sıradan bir insan olmayı öğrenemeyen birinde, ciddi sorunlar var demektir" sözleriydi. Sürüden değil, sıradan bir insan, düz, gıllügışsız bir adem.
İmamet vazifesinin hakkını verenlerden.
Namaz kılarken hıçkırıklara boğulan ve arkasındakileri de ağlatan. Arkasında namaz kılınmaya doyulamayan...
Namazda secdeye gittiğinde sapsarı kesiliverdiğini şahitler söylüyor. Hanımı, evlilikleri boyunca sadece iki sabah namazını kaçırdığını, bundan dolayı da günlerce kendini affetmediğini, ah u efganla dünyayı kendine zehir ettiğini, oruçlarla af ve mağfiret aradığını ifade ediyor.
Bu muhrik sedalı, latif edalı ahir zaman velisinin tavırlarında ötelere aitmişçesine bir halet vardı. Bakışlarında uhranın derinliği, serinliği ve ışıltısı... Ve yüzünde her dem nümayan buruk bir tebessüm. Resimlerine de sinen hicran dolu bir hüzün.
Uykusu yok denecek kadar azdı; öğrenmek ve öğretmekten başka bir şey düşünmedi. İstikbali tenvir etmeye cehdeden bir fikir işçisi olarak didindi bir ömür. Eline geçen üç beş kuruşu, yeni kitaplar almaya, gelene gidene izzet u ikramda bulunmaya harcadı. Kapısı da gönlü de herkese açıktı.
Diğergamlık, fedakarlık, alicenaplık, hasbilik, vefa gibi yavaş yavaş sözlüklerden bile çekilen kelimeleri, yaşadı, yaşattı.
Tevazuu ile temayüz etmişti. Hakla beraber bir halk adamıydı. İnsanlardan bir insan...
Alemin kendisine gelmesini beklemez, ayaklarına, kapılarına giderdi. Muhataplarına, Doğu'ya has o tatlı şivesi ve bu toprakların derinliğinden süzülüp gelen bir emin veçhesiyle itimat ve itminan telkin ederdi.
Tanıyanlar hep bir ağızdan "Ondan hiç ama hiç sikayet işitmedik" diyor. İşine bakanlardan, işini en güzel şekliyle yapaya çalışanlardan...
Hayatında lüks ve teyatral hiç bir şey yoktu. "Kendisini düşünme fantezisine hiç düşmemişti". Hizmetlerin çileli ve dava adamı yetiştiren zamanlarını yaşamış, safa devrini görmemişti.
Fakirdi. İşsiz kaldığı çok olmuştu. Ama eyvallahsızdı da...
Memuriyeti gasp edildiği dönemlerde Doğu'ya hicret etti. Diyarbakır'da hayata tutunmaya çalıştığı o mahrumiyet günlerinde ailece çok zorluklar çektiler. İşte o günlerde, tanıdık biri evlerine meyve getiriyor. Mehmet Hoca ise, meyve getiren arkadaşına, "Neden getirdin. Bir yıldır eve meyve almıyorduk. Bizimkiler alışmışlardı, şimdi tekrar isteyecekler" diyor.
Merhumun bu hallerine sonradan muttali olan Hoacaefendi'nin yardım etsek teklifine çok içerliyor. Kalkıyor ordan şakın ve sarsık bir vaziyette eve geliyor. Kendisini odaya kapatıyor ve sabaha kadar ağlıyor. Bir hafta sonra eşi neden ağladığını sorunca da, yutkunarak: "Ben bu hizmete maaş almak için mi girdim ki, bana bunu öneriyorlar? O parayı sana, çocuklarıma nasil yediririm"!
***
Tüm maddi sıkıntılarına rağmen, saadethanesinde her dem bir cennet havası vardı. Uzaktan yakından gelen herkes için bir istirahatgah, inşirahgah idi evi.
Pekmezci abinin "Mehmet Özyurt deyince, aklıma sadakat ve samimiyette zirve geliyor" diye tavsif ettiği bu yiğit adam, hayatının son demlerinde Urfa'ya gitmek için hazırlanır. Evden çıkarken eşine şunları söyler:
"Öleceğime hiç üzülmüyorum. Sana üzülüyorum. Arkanda bakanınız yok. Beş çocukla, ne yaparsın?"
Eşi Şükriye Hanım, bu konuşmalara önce bir anlam veremez. Sonradan vakayı şöyle anlatır:
"Çocuklarını öptü, ayakkabısını giydi. İçeriye bakıyordu. 'Ne oldu' dedim, 'Bir şey yok' dedi. Bir basamak indi. Döndü, baktı. 'Ne oldu, bir şey mi unuttun' dedim. 'Hayır' dedi. Gözleri ıslaktı. İnerken ben kapıyı kapattım, içimde büyük bir sıkıntı vardı. Geri açtım kapıyı, gitmemiş. Orada duruyordu. 'Bir şey mi var' dedim. 'Yok' dedi. Yüzüme dikkatlice baktı. 'Allah'a ısmarladık' dedi, koşar adımlarla indi. Kapıyı kapattım, hemen balkona koştum. Balkonumuz müsaitti. Aşağıya baktım gitmiş, göremedim. Bu onu son görüşümdü."
Mehmet Özyurt hocamız, 18 Eylül 1988 Pazar günü Urfa'da geçirdikleri elim bir trafik kazası sonucu Bayram Acar, Hasbi Şahin ve Halil İbrahim Çelik ile birlikte vefat etti.
Fethullah Gülen'in özel olarak kaleme aldığı bir yazısında merhum Mehmet Özyurt hoca hakkında şöyle diyor:
"Gelecek nesillerin Mehmet Özyurt Hoca gibi hasbî ruhları tanıması ve onların izinden yürümesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü onlar, ömürlerinin her anına bir örnek hal, tavır ve davranış sığdırmış insanlardır. Onların sergüzeşt-i hayatları yarının hasbîlerine yol gösterecek işaret taşlarıyla doludur. Dolayısıyla, hem onları birer yâd-ı cemîl olarak anmak hem haklarında duaya vesile olmak ve hem de geleceğin fedakar ruhlarına hüsn-ü misaller göstermek için Mehmet Hoca gibi kahramanların hayat hikayelerinin yazılması lazımdır."
Yine, Hocaefendi'nin dudaklarından, şehitlerin şahı Özyurt Hoca'nın vefat haberini aldığında "belim kırıldı" sözleri dökülür.

Bu isimsiz müsemmaların yad edilmesi, gençlere örnek olarak tanıtılması gerekiyor. Hizmet Hareketi içinde, hem hayatın hem davasının çilesi yoğrulmuş dolu dolu yaşadığı dünya hayatını terk ederek, alem-i bekaya irtihal etmiş onlarca asil ruh var. Hacı Kemal, Şerafettin Kocaman, Salih Zeki, Adem Tatlı, İbrahim Canan...bunlardan sadece bir kaçı.

Bizim bu topraklarda tutunmamızı sağlayan bu ruhtur. Acısıyla tatlısıyla, neşvesiyle kahrıyla bu toprakların yoğurduğu bu idealisti, hak adamını, halk mistiğini, davasının adamı olabilmeyi başarmış Mehmet abiyi hayırla yad ediyorum. Kendisine Allahtan rahmet diliyorum.

Tuesday, October 14, 2014

Cumhurbaskani hangi kitabı okuyor?

Recep Tayyip Erdoğan bu aralar, hangi kitabı okuyor? Merakaver bir soru, değil mi?

Evet, Erdogan, çantasında hangi kitabı taşıyor, makam arabasında, ofisinde, uçakta ya da gece yatmadan önce hangi kitaptan üç beş sayfa okuyor? Ya da okuyor mu!
Özellikle Türkiye’de yaşayan vatandaşların bu sorunun cevabını öğrenme hakkı var diye düşünüyorum.
Ruhumuz, zihnimiz, duygu ve düşüncelerimiz okuduklarımızla beslenir. Okuduğumuz kitaplar, düşünce dünyamızı biçimlendirir, karar alma becerilerimizi geliştirir, dahası eylemlerimizi etkiler….
Dolayısıyla, memleketin sürücü koltuğundaki zevatın ne okuduğu hayati önemde!
Bakmayın, şimdilerde politikacılarımızın ihale sözleşmeleri, sonu gelmez iddianameler, telefon dinleme metinleri, mahkeme tutanakları arasında kaybolduklarına; medeniyetimizin eski yöneticileri, ilim meclislerinden ayrılmaz, külliyetli kitaplar tahlil eder, ilim ve adab erbabına azami hürmet ederler, hatta  kendileri de şiirler yazarlardı.
…O “hey gidi günler”le, bugünün farkı da ortada değil mi zaten!
Cumhurbaşkanı, şüphesiz ki çok meşgul. Devair-i devleti idare etmek kolay değil!
Ama, onun da “ boş zamanları” vardır; ayaklarını uzattığı, hayallere daldığı...
“Özel zaman” ayıramasa da okumaya, en azından işte böyle demlerinde eline bir kitap alıp başından sonundan karıştırıyor olmalı Reis-i cumhurumuz.
Keşke danışmanları bize zaman zaman, Erdogan’ın hangi kitaplarla meşgul olduğunu söyleseler! Keşke, kendisini kitap fuarlarının açılışlarında da görebilsek! Keşke bazen de edebiyat erbabını davet etse meclislerine, kitaplar hakkında söyleşseler biraz..

Mesela “açılım süeci” ile ilgili hangi kitapları okudu?
Mesela, zaman zaman şiirlerine müracaat ettiği Sezai Karakoç'u ne kadar tanıyor?
Mesela, kıyasıya eleştirdiği Fethullah Gülen'in herhangi bir kitabını okudu mu?
Mesela, şimdilerde dilinden düğürmediği Risale-i Nur külliyatından hangi eserleri okudu!
Mesela, mesela...

Ya da en son okuduğu roman hangisi? Şiir kitabı...

Benim, acizane Reis-s Cumhur’a birkaç kitap önerim var:
Hitabeti ve Türkçe’ye tasarrufu etkileyici olan Erdoğan’ın, Akif’i, Necip Fazıl’ı, Cemil Meriç’i okuduğunu var sayıyorum. Acaba, Refik Halit’i okudu mu! Bu memleketi ve insanını daha iyi tanıyabilmek için okunmalı.

Yine, yaşadığımız, hala yaşamakta olduğumuz “medeniyet krizi”nin boyutlarını anlamak için Tanpınar’ın da okunması kanaatindeyim.
Sadece ağır kitaplar değil, çocuk kitapları, komik kitaplar da okumalı zaman zaman, torun sahibi Cumhurbaşkanımız.
Dışarıdan da özellikle, G.Orwel’in Animal Farm’ını, Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü’nü öneriyorum.
Daha dün denecek kadar kısa bir zaman önce kitap okuyanların canına okunduğu, herkesin bildiğini okuduğu bir memlekette, yine, şiir okuduğu için hapse atılan Cumhurbaşkanı, acaba bu aralar ne okuyor, sorumu çok lüks bulmayın lütfen!

Açık zihinli olmanın, olgunlaşmanın, mütehammil ve münsif olmanın en önemli yollarından biridir okumak.


Daha fazla diyalog ve diyalogçuya ihtiyaç var

Dindarlar, farklı kültür ve inançlardan insanlar arasındaki diyalog faaliyetleri yükselen bir trent

Çeşitli inanç ve felsefelerden organizasyonlar, sistemli olarak bu alanda çalışıyorlar; daha yaşanabilir bir dünya için etkinlikler düzenliyor, projeler üretiyorlar.

Alberta Üniversitesi İslami Araştırmalar kürsüsü başkanı Prof. Dr. İbrahim Abu-Rabi’, “İnançlararası diyalog çalışmaları için daha fazla müslümanın eğitilmesine büyük ihtiyaç var” diyor. Kanadalı akademisyen, diyalog faaliyetleri için yeterli donanıma sahip müslüman sayısından müşteki! Aslında sadece kemmiyetten değil, keyfiyetten de muztarip. 

Kuzey Amerika’da mühendislik, doktorluk gibi iddialı sahalarda azımsanmayacak oranda müslüman profesyonel var. Mesleki performansları, ciddiyet, vakar, tevazu gibi hasletleriyle, hal lisanlarıyla İslam’ın hoşgörüsüne ayna oluyorlar. Bununla birlikte, toplumsal hayatın her sahasında,  İslam’ın mehasinini temsil edenlerin yanında, müslüman bir kimliğe sahip olmasına rağmen, temsilde yetersiz kimseler de çıkabiliyor.   

Dindarlararası diyalog konularında ders veren Abu Rabi’nin amacı, her kesim ve meslek grubundan müslümanı, diyalog konularında düzenli ve sistemli bir eğitime tabii tutabilmek.

Kanada, çokkültürlü bir toplum olsa da, dindarlar arasında farklı kültürlere, geleneklere karşı bir ilgisizlik ve bilgisizlik var. Herhalde, ahseni bulmuşa hasen gerekmez diye düşünülüyor. Halbuki bilmediğimiz şeylere, zamanla düşman olabilme ihtimalimiz de hiçbir zaman unutulmamalı. 

Müslümanlar arasında diyalog ve hoşgörüye tahammülsüz kimseleri gördükçe, İslamiyet, tarihin başka herhangi bir döneminde böylesine skolastik bir  bağnazlığa, dargörüşlülüğe maruz kalmış mıydı acaba diye acı acı düşünüyorum.

İsminin önündeki tüm şaşaalı sıfatlara, anlışanlı diplomalara rağmen, bazı kimselerin nasıl bu denli hoşgörüsüz ve müteassıp olabildiklerini anlayamıyorum! Ancak, tahsille edinilebilecek bir taassub!

Müslüman cenahtan, dünyeviliğin son bulduğuna dair tumturaklı nutuklar irad edenler, bu boşluğun dini bir yobazlık, cehalet ve yasakçılıkla doldurulmaya çalışıldığını görmeliler! Bu korkunç cehaletten kaynaklanabilecek dar görüş ve düşüncelerin yerini, ancak dinin hikmeti, marifeti, hoşgörüsü alabilecektir. Ne  ki ilimle birlikte, hoşgörü de müminin yitik malı haline gelmiştir.  Böylesine bir ortamda, diyalog eğitimi veren merkezlerin açılması artık ekmek su kadar hayati bir hale geldi. 

İslamiyetle ilgili bunca önyargı varken, her gün de yeni önyargı tohumları ekiliyorken; dinin doğru anlatılması, tebliğ ve temsili; yabancı zihinlerdeki, bilinçaltlarındaki  soru isaretlerininin “doğru” cevaplanabilmesi  için diyaloga yatırım elzem. Keza, dindarlar arası diyalog faaliyetlerinin, eğitimlerinin yapılacağı merkezlerin açılması, buralarda, selahiyetli bireylerin yetişmesi, yetiştirilmesi de büyük  ihtiyaç

Amerika'daki Yahudi gücü


“Amerika’da insanlar, İsrail lobisinden dolayı, yanlışa yanlış demekten korkuyorlar.” Bishop Desmond Tutu, 1984 Nobel Barış Ödülü Sahibi



“Amerika’da insanlar, İsrail lobisinden dolayı,  yanlışa yanlış demekten korkuyorlar.”
 Bishop Desmond Tutu, 1984 Nobel Barış Ödülü Sahibi  
Ne zamandır, okuduğum bir kitaptan söz etmek istiyordum: The Jews Americans.  Amerikalı Yahudiler hakkındaki bu kitabın yazarı Beths Wenger.

Amerika’da Yahudi lobisinin en müessir grup olduğu herkesçe malumdur. Bir dünya devini, sistematik bir şekilde ahtapot gibi sarıp, güç kuvvet elde edince; bu gücü orantılı orantısız canınız istediği gibi kullanabiliyorlar. Bizim gibilere de sadece cılız reaksiyonların esiri olmak kalıyor. Eğitime küfrediyoruz, diyaloğa küfrediyoruz; amansız bir kısırdöngü içinde, kendimizi karanlığa mahkum kılıyoruz. Neyse…
The Jews Americans kitabının yazarı Wenger, Pensilvanya Üniversitesi’nde Tarih profesorü bir yahudi.  Amerika’da üç yüzyıldır varlık gösteren yahudilerin “beyin yapıcıları”nın, başmimarlarının kısa biyografilerini anlattığı çalışmasında, yahudilerin kültürel, siyasi, ekonomik güçlerinin boyutlarını da gözler önüne seriyor.
Kuzey Amerika’ya ilk gelen 23 kişilik yahudi kafilesi, Yahudilik tarihinde yepyeni bir sayfa açarak, 1654 yılında, Portekizlilerin Hollandalılarla takasladığı Recife adasına sığınmacı olarak yerleşiyorlar.
Yeni Dünya’da zorluklar, sıkıntılar çeken ilk yahudi grup, kimliklerinden asla taviz vermiyor; ama yeni toplumun tepkisini çekebilecek tavır ve davranışlara girmekten de içtinap ediyorlar. Çalışkanlık ve disiplinleriyle seviliyorlar, küçük dükkanlarla ticarete başlayıp  kısa sürede Amerika’daki tekstil sanayiine hakim olmayı başarıyorlar.
Nüfuslarını Newyork Lower East Side’da yoğunlaştırıyorlar. Ticarette yerleşikleşince, siyaset dahil her sahada varlık göstermeye başlıyorlar. Yeni Kıta’ya uyumda zaman kaybetmiyorlar.
1800’lu yıllara kadar 2.500 olan Yahudi nüfusu 30 yıl içinde yeni göçlerle ikiye katlanıyor. 1850’li yıllar ise, binlerce Avrupalı yahudi için Amerika bir cennet haline geliyor. Baskılardan kaçan yahudiler, Amerika’ya sığınıyor. Dönemin karikatürlerinde, Amerika,Yeni Kudüs olarak tasvir ediliyordu.
kullanModern Amerika’nın teşekkülünde yahudiler, dini liderleriyle, akademisyen, müzisyen, sinemacı, yazar, işadamı, sporcu, siyasetci, asker…gibi her meslek türünde yetiştirdikleri kalifiye bireylerle hayati rol oynamışlardır. İçinde yaşadıkları toplumda, kendilerini diyoloğa kapatıp yokluğa mahkum etme yerine, topluma iyice nüfuz etmişler, toplumu derinden etkilemişlerdir. 

Amerika’nın ilk başkanı G.Washington ile münasebetleri çok sıkı tuttular. Dini hoşgörüsünden dolayı Başkan’ı tebrik ettiler, ziyaret ettiler, kendi mekanlarına davet ettiler. Washington’un da yahudilere saygı belirten mektupları oldu. Bugünkünden çok daha  hristiyan olan o dönem Amerikası’nın hemen hemen tek azınlıktaki dini temsilcileri olarak yahudiler, başarıya giden kapıları diyalog ile açtılar.

Başkan A. Lincoln ise, en yakın adamlarını yahudilerden seçmiş: Sinemacı, yazarMordecai Noah, hayatını eğitime adamış, ilk yahudi okullarını açan Rebecca Gratz, Yahudilik felsefesinin Amerikan düşüncesinde etkin yer almasını sağlayan filozof İsaac Mayer, yahudi göçmenlerin sesi olan, gazeteci Abraham Cahan, bayanları örgütleyenHannah Solomon, siyonizmin Amerika’daki temellerini atan Louis D. Brandeis, Başkan’ın çevresindeki yahudilerden sadece bir kaçıydı. Bu isimler, Amerikan yahudilerinin efsanevi önderleri olarak tarihe geçti. Şimdi ülkenin her yerinde bu isimlerle anılan okullar, hastahaneler, sinagoglar, kültürmerkezleri var.
Arkadan gelenler de sağlam temeller üzerinde faaliyetler gösterip Vivian Gornickler, Lawrance Lowelller, Albert Einsteinler, Stephen Wiseler yetiştirerek günümüz Amerika’sında, her  sahada ismi ilk gelen insanlar yetiştirdiler. Amerika, bu insanların attığı temeller üzerinde yükseldi.
Sonrası ise malum, kendilerinden Amerika’ya başkanlar bile seçtirdiler. Amerika’da, çoğu Nobel’i, Oskar’ı,   İsrailoğulları aldı.
Bugün, Amerika’yı kim yönetiyor sorusuna;  yazılan senaryolar, çekilen sinemalarla, devasa medyayla ortalama Amerikalı’nın zihnini manipüle eden, düşüncelerini biçimlendiren, paraya hakim patronlarıyla ekonomiyi, bilge danışmanlarıyla Başkanları yönlendiren gizli bir millet cevabı vermek yanlış olmaz! Yeni Başkan Obama’nın Gazze katliamıyla ilgili tek kelime edememesi keyfinden değil nitekim! 
Bu güçlerini, tam üç yüz yıllık sabır ve feragat dolu bir mücadeleyle elde etti Amerikalı Yahudiler.
Kitapta bu başmimarlardan, fedakarlardan, idealistlerden söz ediliyor. Genç yahudi kuşakları için rol modelleriyle dolu, ilham verici bir kitap olmalı!
Ya biz! Amerika’nın İsrail güdümünde olduğunu söyleyip durduk. İsrail’i kuru kuruya eleştirip durduk. Yıllar alabilecek, ama sağduyulu aksiyonların değil, fevri, ama manasız ve gayesiz reaksiyonlarda teselli aradık

Thursday, October 9, 2014

ŞU SONBAHAR GEÇMESE

Yahya Kemal gibi diyesiyim: Ah şu günler kısalmasa yollu iç geçirirmiş ya üstad.
Yaz geçti, sözümüz yok. Ama bari şu muhteşem Kanada sonbaharları elimden kayıp gitmese.
Allahın bildiğini kuldan saklamaya gerek yok. İşim başımdan aşkın olduğundan bu aralar, disari cikamiyorum.
Söyle dışarı çıkıp, kızaran sararan ağaçlara sarılmak istiyorum oysa , uçuşan kazların sesine karışmak, sararan yaprakları koklamak...sonra resim çekmek..
Artık evlerin ısısını açar olduk.
Havalar serinledi.
Gunler kisaldikca kisaldi.
Yağmurlar arttı.
Dereler tekrar çağıldamaya başladı.
Guneye goc eden kaz katarlari, su gunlerde en canhiras cigliklariyla geciyor uzerimizden; yuzlercesi, binlercesi..
Yaşadığım şehir bir öğrenci şehri...bir ayrı coşkulu gençlik ruhuyla..her yer cıvıl cıvıl.
Ben de bir yolunu bulsam, pencereden içim hafiften titreyerek izlediğim şu muhteşem tabiate karışsam diyorum, en azından bir kaç saatliğine..
Zaman akıp gidiyor.
Saat gece yarisi..
Yarin da uzun.

SORU SORMAK

Hepimiz, daha iyi, en doğru, en kullanışlı ve en mükemmel cevapların peşindeyiz! 
Özellikle de böylesine netameli günlerde..at izinin it izine karıştığı...neler oluyor bize şaşkınlığı içinde yuvarlanıp gittiğimiz demlerde, bütün müşküllerimizi halledebileceğini vehmettiğimiz hazır cevaplarımıza daha bir sıkıca sarılıyoruz! 
Derdimize derman olacak varoluşsal cevaplar, içimizdeki ukdeleri birer birer çözecek, öfkemizi teskin edecek ve düşmanımızın çanına ot tıkayacak "kapaklık" cevaplar...


Dinlemeksizin, muhatabımızın başına boca ettiğimiz, lafı ağzına tıkadığımız ah o ezber cevaplarımız... onlarla ne mesudane bir hayat sürüp gidiyoruz!

En müşkil suallerin cevabını katlamış dürmüş de akıl cebimize itinayla yerleştirmisiz ya, ne bozar artık bizi! 
Kafalarımız o kadar rahat!

Hala arayan, düşünerek sorgulayan kafası karışık kimi zavallıların ise bizim mahallemizde yeri yok! 
Bizden ırak olasıca, bu hiç bir yerde tutunamayasıcalara sadece acınır! Allah onlara da "dogru" yolu göstersin ; ama Allah onlara bizim yolumuzu göstersin, tek doğru yolu. Mecburi istikameti...

Azizim, halbuki, öncelikle, sormayı, sorgulamayı önemsemeli, kafaları birazcık da olsa "doğru" soruyu aramaya zorlamalı değil miyiz! Şu siyasetçilerle ütülen, medyayla da ütülenen kafalarımızı...

Soru sormanın bir sanat, bir ilim olduğuna ve "Gerçek"in izinin ancak bu sanatın ve zanaatin imkanlarıyla sürülebileceğine günbegün daha çok inanıyorum.


Gün içinde aklıma güzel bir soru takıldığında, bu sorunun keyfini çıkarmak benim için büyük bir zevk haline geldi son zamanlarda. Önyargılarımı yerle bir etse bile bazen.

Güzel bir soru akla hemen kolayca gelmiyor dostlar, gelince de kıymeti bilinmeli...hemen öyle cevap arayıp bularak baştan savmaya çalışmadan, o güzel sorudan hasıl olacak tedailerle fikirhanemiz şenlenmeli. O şahane soru, kimbilir hangi taze fikirlere , hangi hayati keşiflere ufuklar açacaktır!

Çevreme baktığımda, iş ve okul hayatında, emsallerine nazaran bir adım öne çıkan kimselerin soru soranlar, olayları, kişileri ve durumları sorgulayarak anlamaya çalışan insanlar olduğunu fark ediyorum. Sorarak, farkında olanlar... 
Ölümün, hayatın...sonuzluğun, kuşatılmışlığın...acizliğin, Sonsuz Kudret'in..

Düşüncelerini, meselelerini en güzel bir formülasyonla sual kalıbına dökebilmede mahir olanlar, müşküllerini en doğru kelimelerle sorulaştıranlar... 
Soru yağmurları altında sırılsıklam  ıslananlar... 

Eleştirel, analitik ve yaratıcı sorular geliştirmek,  zaman zaman altında ezildiğimiz  sorunlarımızı daha iyi anlamamıza ve bilahere bu sorunlara daha yenilikçi ve yenileyici çözümler üretmemizi sağlayacak.

Sorularımız, kimliğimizi, kişiliğimizi ve değerlerimizi bir süreç müvacehesinde rafine etmemize, önkabullerimizi, peşin yargılarımızı, hazır cevaplarımızı tekrar be tekrar teşrih masasına yatırmamıza imkan sağlayacağı, her dem biraz daha fazla insan olmamıza yarayacağı için çok hayati...

Özellikle şimdilerde, soru sormanın, cevap vermekten daha değerli hale geldiği süreçlerden geçiyoruz. 
Hem şahıs olarak hem de toplum ve ülke olarak müptelası olduğumuz asırlık önyargılarımızı sorgulayarak sarsma mevsimindeyiz.
Yerinde, zamanında ve üsturupluca kotarılmış  bir sorunun, bir ülkeyi değiştirebileceğini düşünüyorum.

Şahsen, ben çok bilmişlerin, başöğretmen edalı mutekebbirlerin her konudaki otoriter cevaplarından bıktım usandım artık!

Keşke, insanlara sırf soru sormayı öğreten okullarımız olsa..en azından öğretmenlerimiz..
Soru sorma yeteneğini geliştirmek böyle özgür bir kültür tesis edebilmek eğitm sistemimizin en önemli, meselesi olmalı!
Nesillerimizin ruhu, Merhum Ahmet Kabaklı'nın " İnsan yetiştirmemeye göre düzenlenmiş" eğitim sistemimizin elinden kurtulsa da, askerde presleyici, limitleyici kural ve nizamnamelerin elinden kurtulamıyor! Hazır ve ezberletilmiş cevapların sakin iklimine sığınıyoruz. Oh ne ala!


Soru sorandan hoşlanmayan, sorgulamayı teşvik etmeyen şu yasakçı kültürü ne zaman yıkarız! 


Descartes'ten mülhem, Sokrat'tan müntehil şöyle diyelim;
" Soruyorum, o halde varım"...varsak, sorarız.

İçlerimize inşirah salacak şeylerin bir " Neden"  veya " Neden olmasın" sorusuyla başlayabileceğine inanıyorum!
Mesela Tolstoy, ne güzel soruyordu: İnsan ne ile yaşar?
Buyurun bu sorunun cevabına!

Bilenler söylemiyor, söyleyenler de bilmiyorsa eğer, bilmek için sormalıyız, sorgulamalız.

Ben de herkesin kendince ezber cevapları olduğunu bilmeme rağmen ortaya iki soru tevcih ederek müsaade istiyeyim:
İŞİD nedir?
Türkiye'yi Suriye'de savaşa sokmak isteyen kimdir?

Friday, October 3, 2014

HA GAYRET

Ne mümkün zulmile, bidad ile imha-yı hürriyet
Çalış idraki kaldır, muktedirsen ademiyetten 
Namık Kemal
Ne mümkün zulmile, bidad ile imha-yı hakikat
Çalış kalbi kaldır, muktedirsen ademiyetten
Ne mümkün zulmile, bidad ile imha-yı hürriyet
Çalış vicdanı kaldır, muktedirsen ademiyetten 
Bediüzzaman Said Nursi

Geçen sene bu aralar Dersane krizi başgösterince, bu sorunun daha da büyüyeceğini öngörmek kehanet sayılmazdı! Yorumların ve demeçlerin satıraralarından bunu okumak pekala mümkündü. 
Nitekim o günden bugüne zuhur eden vakalar zinciri ortada. Zulüm her geçen gün pervasızca artmakta!
İtiraf etmeliyim ki, bu zalim hırsın, bu iflah olmaz nefretin ve onulmaz kinin, bir insani yardım derneğine uzanabileceğini hayal bile edemezdim! Hem de bir bayram arefesinde! Heyhat, yanılmışım... Artık insan gerçekten şaşırmıyor!

Kimse Yok Mu'nun "Kamu yararına faaliyet gösterme ve yardım toplama" yetkisi Bakanlar Kurulu kararınca kaldırıldı! 
Dernekte herhangi bir yolsuzluk veya yasa dışı bir iş yapıldığı için mi verildi bu karar? Hayır, tamamen keyfi, tamamen ideolojik!

Hasenatı yedi iklimce müsellem Kimse Yok Mu derneğine musallat olan bir İktidar'ımız var.

13 ülkede 300 bin aileye kol kanat geren, 70 ülkede 58 bin yetimin yüzünü güldüren bir dernek. Bir marka. Sağlık hizmetleri, sebiller, kuyular, kurban hizmetleri vesair, liste uzun... Etkinliği, güvenirliği ve itibarı ile sınırları aşan bir değer. Emsaline nispeten oldukça da yenilikçi. Sadece para toplama ve onu ihtiyaç sahiplerine ulaştırmanın hem çok ötesinde hem de sahasında sürekli inovatif modeller geliştiren dinamik bir yapı.

İktidarın yeni kararıyla Kimse Yok Mu hala yardım toplayabilecek, ama her defasında yetkili birimlerden izin alması gerekecek. Yardım kampanyaları düzenleyemeyecek olması da böylesine seçkin bir kurumu daha dün yeni açılmış bir tabela derneği durumuna düşürecek! Tam da cadı avı yapacağını açıkça ilan eden rantçı zihniyetten beklenebilecek icraat!

Kimse de kimseyi kandırmasın. Allah rızası için çalıştığı dost ve düşmanca tasdik edilen bir yardım derneğinin, bir gönüllü kuruluşun çalışmalarına mani olmak, itibarını baltalamak... neyle açıklanabilir! Bu tür ucuz yıldırma oyunlarıyla Kimse Yok Mu'nun sistemi işlemez hale getirilmek isteniyor.

Bir şirzime-i kalil, bir mahut zümre, dersane veya Kimse Yok Mu gibi kurumları kapatınca, o kurumları açan düşünceyi ve duyguyu da kapatmış olabileceğini zannediyor olmalı! 
İdealleri mahkum edeceklerini, hayalleri sansürleyebileceklerini mi vehmediyor acaba bir grup müstebit!
Halbuki zulm ile, bidad ile imha-yı hürriyet olmayacağını en iyi bu toprakların çocuklarının bilmesi gerekmiyor mu!

Hukuksuzluğun bini bir para! Gazete basmak ve tabela sökmek, okul inşaatı durdurmak, yurt yıkmak, okul bahçesinden yol geçirmek, yasal izinli reklamları kaldırmak, belediye otobüs seferlerini iptal etmek, yazılı ve basılı yayın organlarına ambargo uygulamak..vesair vesairden sonra şimdi Asya Finans ve Kimse Yok Mu! 
Sırada ne var!

Şu Kimse Yok Mu zulmü, olaylara hala dar kişisel perspektiflerden ve iflah olmaz bir bağnazlıkla, kişiler üzerinden baktığımızın en kahredici örneklerinden biridir. Birilerinin Fethullah Gülen ile hesapları mı var, o halde kapansın Kimse Yok Mu!
Sırf Gülen'e zarar verebilmek için,yıllardır milyonlarca gönüllünün emeğiyle teşekkül etmiş bir değer bitirilmek isteniyor, ya da hadi en basitinden söyleyelim, milyonlarca ihtiyaç sahibinin rızkına engel olunuyor!

Gönüllü olarak, idealistçe, azim ve gayretle, içtenlikle ve cesurca...vatana, millete ve insanlığa hizmet etmek isteyen bir kimse illa ki bir yolunu bulur.  
Şimdi yedi iklimde, makul insanların takdirini celbeden bu hizmetlerin tohumları, sizin ağababalarınızın dayelik yaptığı 1960, 70, 80 darbelerininin, 28 Şubat zulmünün yapıldığı iklimlerde atılmadı mı, yeşerip boy vermedi mi!

Bir kapı kapanır, bin kapı, binlerce pencere açılır. Tarihen de sabittir ki, gönüllü insanların hizmetine kast eden tüm art niyetli müdaheleler, Hizmet'i daha geniş kitlelelere mal etmiştir, daha yukarıya taşımıştır ve dolayısıyla Kimse Yok Mu'ya yapılan bu zulümler de kim bilir hangi rahmete, berekete ve inkişafa vesile olacaktır. Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar neler!

Hizmet Hareketi Bu Ülke'deki dindarlara kurumsallaşmayı, kurumsallaştıktan sonra da şeffaf olmayı öğretti. Çünkü 28 Şubat sürecinde ensesinde boza pişiren müfettişlerin zorlayıcı baskıları altında Hizmet kurumları zor şartlar altında çalışmanın ne olduğunu öğrendi; bu süreçte daha gayretli çalışarak ve daha da profesyonelleşerek, emsallerinin açtığı başka kurumlar için de hüsn-i misal teşkil etti.

Kimse Yok Mu, diğer yardım kurumlarına hizmet etmeyi ve fisebillillah çalışmanın ne olduğunu, şeffaf olabilmeyi ve yetim için toplanan paraya el uzatılması gerektiğini de öğretti.

Kimse Yok Mu, Hizmet sadece zenginlerle meşgul oluyor şeklindeki son derece haksız bir tezi dillerine dolayanlara bir cevap mahiyetinde, bu çorbada bizim de tuzumuz bulunsun diyen herkesin karınca kaderinde sunduğu paylaşımlarını, muhtaca ve muztara perdesiz hailsiz ulaştırdı. Bu şekilde bu vatanın hem birliğine hem dirliğine katkıda bulundu. Maddi yardımlarla, manevi ve insani bağlarımızı, Doğu ve Batı arasındaki kardeşlik bağlarımızı güçlendirdi.

Kimse Yok Mu'ya yapılan zulüm, Hizmet'in imtihanı olduğu kadar Hükumet'in de imtihanı, Bu Ülke'nin vicdan ehli, akl-ı selim ve makul bütün insanlarının imtihanı. Sadece insaniyetten nasipdar olanlar bu imtihandan yüzünün akıyla çıkabilirler.

Başka ülkelerde devlet eliyle büyütülen bu tur yardım kurumları,Türkiye'de sırf ideolojik sebeplerle devlet eliyle yıldırılmaya, çalışamaz hale getirilmeye çalışıyor.

Türkiye'ye gezi ve inceleme amaçlı giden ve yolu bu derneğin memleket sathına dağılmış şubelerinden birine düşen her bir Kanadalı'nın sitayişle ve hayranlıkla Kimse Yok Mu'dan söz ettiğine defalarca şahit oluyorum. Hizmet kurumları arasında Kimse Yok Mu'nun Kanadalı'lar için özel bir yeri vardı. Ortaya konulan fedakarlık, bunun hızlı ve şeffaf bir biçimde muhtaçlara ulaştırılması onları gerçekten çok etkiliyor. Valisinden Belediye başkanına, bizim de yardım kurumlarımız bu kadar etkin, profesyonel, şeffaf ve tamamen ihtiyaç sahiplerine odaklı olmalı diyorlar. Burada örnek model olarak Kimse Yok Mu ile ilgili seminerler düzenleyelim diyorlar.
2014 Temmuz'unda hasbelkader benim de Brock Üniversitesi'nde Kimse Yok Mu'nun etkinliklerini de anlattığım bir konferanstan sonra Toronto Ünivesitesi'nden bir profesörün heyecanla yanıma gelip ''Bizim de bu ülkede böyle güvenilir bir yardımlaşma ve destek projesi kurmamız gerekiyor.'' demesini nasıl unuturum! 
Böyle bir değeri bir siyasi hırs uğruna ademe mahkum etmeye çalışmak insafla bağdaşır mı! Bunun izahını yapabilecek tek bir ehl-i insaf var mıdır!


Bir sonraki yazımda Türkiyeyi defalarca ziyaret eden işadamı, siyasetçi, aktivist, akademisyen Kanadalıların Kimse Yok Mu ile ilgili görüş ve değerlendirmelerini paylaşmak istiyorum.
Şimdi siz bu insanlara ülkemiz işte sizin bu yere göğe sığdıramadığınız kurumun çalışmalarını engelliyor deseniz, tepkileri ne olur acaba!

Kimse Yok Mu CEO'su İsmail Cingöz haklı olarak feryat ediyor, aylardan beri süregiden ve tam anlamıyla 'öküzün altında buzağı arayan' teftişlerin hepsinden başarıyla çıkmış olmasına rağmen, Bakanlar Kurulunun bu siyasi kararından sonra haklı olarak yoruldum, bezdim artık diyor.

"Hakkında kesinleşmiş hapis cezaları dahi olan" kimi yardim derneklerinin bile bu haklarının ellerinden alınmamasına rağmen Kimse Yok Mu'ya yapılan bu zulmün "Yeni Türkiye"ye pek yakıştığını haykırıyor.

Medyanın onursuzca, hukusuzca olayı nasıl sulandırdığını,hiç bir yayın etiğine sığdırılamayacak karalamalarla ve iftiralarla Kimse Yok Mu'ya nasıl çullanıldığını da haykırıyor.

Bütün yorum ve değerlendirmelerin verasında, daha söylenecek çok söz olmasına rağmen, son tahlilde bu hukuksuzluğa, şamataya ve vicdansızlığa söyleyebileceğiniz bir şey kalmıyor!

Herkul.org adlı sitenin editörlerinden Osman Şimşek çok çarpıcı bir yorum yapıyor halkın yardımlarını sırf siyasi sebeplerle ve keyfi usüllerle engelleyenler için:
"Zalimlere gelince...Vallahi otede 'Kimse Yok Mu?' diye feryad edecekler!" 
Artik muhtacın rızkını bile engelleyecek duruma gelinmişse, gercekten de her türlü haseneden mahrum kalınacak bir derekeye de çoktan yuvarlanılmış demektir. Geçmiş olsun.

Yazıyı İsmail Cingöz'un sitemkar temennisiyle bitirelim:
"Meşru daire müdafaya kafidir. Er ya da geç adalet yerini bulur bulacaktır. O gün zalim zulmünün cezasını çekecektir"
...

Wednesday, October 1, 2014

METAFORLARIN DUNYASINDAKI IRRASYONELLIK

Irrasyonel kurgularla, algisal yanilsamalrla, gunbegun besledigimiz onyargilarimizla yaklasiyoruz birbirmize...
Bazen bir Don Kisot metafor oluyor gercekleri daha iyi anlamamiza; bazen de hashasi vesair gibi en yersiz temihlere sariliyoruz hirsla..

Butun bu tesbihler , musebbehler...bizi gerceklerden uzaklastiriyor; hakikat ile aramiza duvarlar, surlar oruyoruz.
Siyasetin gozu kor.
Hayali hakikat, hakikati de muhal gosteriyor.
Karsi(!) cephedeki melegi seytan, bu cephedeki seytani da melek gosteriyor.

Her ne kadar, bazi insanlari diledikce ve okudukca, insaniyetimden derin bir utanc duysam da; hakikatin yine de tam da benim savundugum seyin olmayabilecegi ihtimalini de her zaman yedegimde tutuyorum..

Tuesday, September 30, 2014

HİZMET'İN KAYIP ÇOCUKLARI...DÖNÜYOR.

Zaman zaman, Hizmet ile yolları ayrılmış gayr-i memnun insanlarla karşılaşırım, çoğu kez de karşılaşmak için sebepler bulurum.
Özellikle memlekete gittiğimde, bu eskimeyen dostları arar sorarım. Daha az kelime tüketerek, daha çok anlaşabildiğim canım dostlarımla...

Kimisi eski bir öğretmen arkadaşımdır, kimi eski bir mahalle dostu, bir hemşehri, bir iş adamı, kimi bir akraba,  taa liseden bir arkadaştır kimi de.

Kimisi hayatın eziciliğinden bir şekilde "yırtmıştır", kimisi de iyice düşkünleşmiş ve hayatın çarkları arasında yıprandıkça yıpranmıştır.
Sabah otobüsle işe giderken, kah devlet lisesindeki çocuğunun haylazlıklarını ve kızının yaklaşan düğününü, kah Beşyüzevler'deki iki odalı evinin kirasını düşünmekle meşguldür kimisi.
Dünyası küçüldükçe küçülmüştür...gittikçe artmıştır yalnızlığı, dostlarla da ayrılınca yollar bir bir.

Sebepler, Hizmet'le aralarına mesafeler koymuş olsa da hiç birinden bir mağduriyet hikayesi duymamışımdır.

Şartlar böyle gelişmiş ve  kader-i İlahi bu şekilde tecelli etmiştir sadece.
Dünyanın binbir hali vardır nitekim, ve herkesin sınavı farklı farklıdır. Evlad u eyal belini bükmüştür koskoca adamların...
Teslim etmek gerek ki bir büyük imtihandır içinden geçtikleri, zamanla alıştıkları, kanıksamak zorunda kaldıkları...ve artık umursamadıkları!

Kimisini vapurda, tramvayda, hafifçe solmuş gözlerinden tanırım.
Kimisini de bunca yıldan sonra dahi üzerlerinden hala atamadıkları ürkekliklerinden, mesela toplum içindeyken hala ayaklarının ucuna bakmalarından...
Yürüyüşünden, duruşundan, oturup kalkmasından belli olur kimisi...
En çok da susuşlarından...

Kimi maddi, kimi manevi sebeplerle Hizmet'ten uzaklaşan bu insanlar, kendilerine yepyeni, bambaşka hayatlar kurmuşlardır geçip giden yıllar boyu.
Kimi mutludur, kimi bedbin. Hepimiz gibi.
Bu çoğu mahcup insanı dinlerken  Mustafa Kutlu hikayelerini hatırlamamak kabil mi!

Kutlu'nun eski ülkücülerin burukluklarını, kırgınlıklarını anlattığı o Uzun Hikayeler, uzun susuşlar...
İdealler, hayat-ı hakikiye sahneleri, evlenmeler, boşanmalar...değişen yüzler, yeni yeni yeme içme alışkanlıkları, kılık kıyafet, oturma tarzı.

Hizmet'i uzaktan uzağa seyreden insanlar haline gelmiştir kimileri..
Kimisi de bağını tamamen koparmıştır eski "dava"sıyla.

Gençliginin en güzel ve heyecanlı günlerini millete hizmet peşinde koşarak geçirmiş, "istikbal inkilabatı" hayalleri kurmuş bu insanlar, yavaş yavaş içlerine çekilmişler, kader rüzgarınca farklı yerlere savrulmuşlardır. Ayine-i devran onlara farklı suretler göstermiş, feleğin çemberinden geçirmiştir.

Mutlu olanları, Hizmet ile geçen günlerini bir gençlik masalı kıvamında yad eder, daha mükedder olanlarının ise kafası biraz daha karışıktır sadece.

Kimisi hala "yeni" yerini yadırgamaktadır, kimisi  yerini bulmuş ve bambaşka bir insan olup çıkıvermiştir.
Kimisi ise iş yerinde canı sıkılmış Eve Dönmek isteyen bir adam gibidir.

Sanki gece gündüz talebe peşinde koşan, kurban derileri toplayan, dergi aboneliği için sokakları, mahalleleri arşınlayan, bayramda seyranda memleket yollarını unutan...ve ağlayan, durmadan ağlayan...hiç kendileri değildir!.

Necatigil'in o " Bir suçlu gibi ezik, sana selam söyledi..." dizesinin eşlik ettiği sohbetlerimizde saatlerce onlar konuşsun ben dinleyeyim isterim.
Seslerindeki dokunaklık bamtelimi sızlatır zaman zaman.
Bizim hikayemizdir o. Bütün idealizmlerin, realizmlerin verasında gepegerçek bir insan hikayesi...

Okulları uzatanların, arkasına bakmadan gidenlerin, patatesle beslenenlerin,otobüs duraklarında üşüyenlerin, evlerinden ikişer ikişer çıkanların hikayesi...ve sonradan da gayet insani sebeplerle yolları ayrılanların hikayeleri..

İşte o hikayeler kaleme alınmadan Hizmet'in gerçek anlatısının yazılamayacağını düşünürüm. Anlatacakları ne çok şey vardır bu insanların.
Dinleyecek biri olsa!

Sonra sohbetin bir yerinde, mesela geçen yaz, Boğaz'a karşı sigarasının dumanlarını savururken birinin dediği gibi, " ..ama ne günlerdi ya! Hey gidi günler" diye iç geçirirler...aradaki tüm mesafelere isyan edercesine.

Hizmet hala bir yad-ı cemildir hayalhanelerinde. Asla pişman olmadıkları bir şeydir gözyaşlarına karışıp giden o hülyalı günler. Hizmet, zamanında samimiyetle sarıldıkları bir şeydir.

Hatayı kusuru kendilerinde ararlar; tenkitte en ileri gideni ise, bir kaç isim verir en çok ve bazen bir lanet bazen bir sitem gönderir hayata.
Hiç birinin aklına Hocaefendi'ye küçük bir eleştiri getirmek bile gelmez.
"Hocamın yeri başka. Layık olamadık demek ki" diyen onlarcasını duymusumdur.

Zaman zaman hafifçe bir vefasızlıktan bahsedecek olurlar.
Mesela, zamanında yetişmeleri için gözyaşı döktükleri talebeleri okumuşlar, master, doktora yapmışlar ve yine gözyaşı ile terle harcı karılarak açılan o gözbebeği üniversitelerde hoca olmuşlar, çeşitli akademik ünvanlar edinmişlerdir, amma kendilerini yetiştiren abilerini tanımamaktadırlar artık. İşte bu gibi bir vefasızlık dokunmuştur bazılarına..

Kendileri gecesini gündüzüne katarak çalışmış çabalamış; ama bu işin çilesini çekmemiş, elini hiç bir taşın altına koymamış birilerinin üst makamlara gelmesine bir de umursamazlık ve dünyevileşme eklenince  bu işlerden sıtkı sıyrılıvermiştir kimilerinin... Her şey anlamsızlaşıvermiştir birden.

Kimisinin sınavları daha çetin olmuştur! Çok da üzerinde konuşmak istemeseler de...

Hayatın gerçekleriyle harmanlanmış böyle hikayelerin yanında bu gayr-i memnun dostlarımı sevindiren hoş vakalar da olur zaman zaman:

Mesela bir gün kendilerinin melül mahzun bir köşeye çekildiğini, Hizmet işlerinden ayrıldığını haber alan eski talebelerinden birinin mektubu, telefonu veya emaili gelir;

"Abi, dualarımdasın, nerelerdesin, okul çıkışlarımızda bize hazırladığın o maklubeleri unutamıyorum. Emin ol, verdiğiniz hiç bir emek boşuna gitmedi" yollu bir mesajla sarsılırlar, içlerinde gençlik aşkı sızısına benzer aşina bir duygu parlar...şaşırıp  kalakalırlar ortada.

Ayrı gayrı kalsalar da. hizmetlere candan sahip çıkan birilerini görünce yüzlerine icten bir serinlik yayılır. Hissedersiniz.

Bazı isimler sorarlar, o nerde, bu nerde..
Kaç okul oldu, falan yerde de müessese var mı! Sorular uzayıp giderken, ruhlar yıllar öncesine sığınır, gider taa İstanbul'daki, Ankara'daki o altı yedi öğrencinin birlikte kaldığı evlere, odalara, balkonlara geri döner..Hemen hemen hepsi icin " hayali cihan değer" o evlerin serin iklimlerinde ararlar teselliyi...

Bu asil ruhlar keşke seslerini duyurabilseler, keşke seslerine kulak verilebilse onların diye düşünürüm yanlarından ayrılırken...

Yillar gecse de, araya mesafeler girse de bu insanları, konuşmalarından, tavırlarından, yürüyüşlerinden kolaylıkla tanıyabilirsiniz..Çoğu da zaten hadi çay hazır gelsene davetini bekler gibidirler.


Derken...ekranlarda baska birileri belirdi. Kendilerini hizmet mağdurları olarak sunan, dilleri, üslupları, yüzleri ve sözleri bambaşka birileri...

Bir dönem Hizmet'te bulunduğunu, ve sonra da bir şekilde mağdur edildiğini söyleyen birileri görülmeye başlandı ekranlarda.

Bu üslup çok farklıydı her şeyden önce. Yüzlerinde bir öfke, gözlerinde bir hırs vardı bu insanların. Edaları, sadaları farklıydı.

Vakıa, bir kısmı Hizmet ile çok da köklü bir hukuku olmayan, nicedir çatabilmek için fırsat kollayan kimselerdi.
Bununla birlikte aralarında, hayatlarının bir döneminde Hizmet ile birlikte olmuş kimseler de vardı.

Mağduriyetlerini ekranlarda, en galiz ifadelerle, hak ve hukuk gözetmeksizin dile getiren bu kimseleri görünce, benim yıllardır görüştüğüm, uzun uzun sohbetler ettiğim eskimeyen arkadaşlarıma düşündüm.

Ekranlarda arz-ı endam eden bu kişilerin üslupları ayarsızdı. Yıllardır köşelerinde sinip kalmanın ezikliği içinde ve eyyamcılık hissi uyandıran tavırlarla konuşarak, kişisel hesaplarını görüyor gibiydiler.

Onları dinlediğimdeyse,gayr-i memnun ama eskimeyen dostlarımın kıymetini daha iyi anladım.

Bu günler gelip geçer. Dostluklar bakidir. Bir tas çorbanın, bir bardak çayın, omuz umuza yapılan iki rekat  ibadetin büyük hatrı vardır. Vefalılar bunu unutmaz.

Hizmet, kendi çocuklarına sahip çıkmalı. Kardeşlerine. Eskimeyen abilerine...
Onlar bu toprakların gerçek evlatları.
Evet o çocuklar, Hizmet'in her zaman kahrını çekmiş, Hizmet'e kahır çekmek için girmiş o eyvallahsız adamlar bütün kıyıda köşede kalmalarına rağmen, Bu Ülke'nin en temiz ve namuslu çocuklarıdır.
Bütün tahrik ve teşviklere rağmen de biri çıkıp  bir kaç  şahısla olan kişisel hesabını topyekün bir camia üzerinden görme namertliğine de girişmedi!

Şimdi...Bugüne kadar, Hizmet'in içinde el bebek gül bebek ağırlanmış ve en küçük bir muhalif rüzgarla da savrulmuş, ama hala pişkin pişkin mağduriyet edebiyatı yapan nice eyyamcıyı görünce, bu çocukların gerçek değeri daha da tebarüz etmiyor mu!