Tuesday, September 30, 2014

HİZMET'İN KAYIP ÇOCUKLARI...DÖNÜYOR.

Zaman zaman, Hizmet ile yolları ayrılmış gayr-i memnun insanlarla karşılaşırım, çoğu kez de karşılaşmak için sebepler bulurum.
Özellikle memlekete gittiğimde, bu eskimeyen dostları arar sorarım. Daha az kelime tüketerek, daha çok anlaşabildiğim canım dostlarımla...

Kimisi eski bir öğretmen arkadaşımdır, kimi eski bir mahalle dostu, bir hemşehri, bir iş adamı, kimi bir akraba,  taa liseden bir arkadaştır kimi de.

Kimisi hayatın eziciliğinden bir şekilde "yırtmıştır", kimisi de iyice düşkünleşmiş ve hayatın çarkları arasında yıprandıkça yıpranmıştır.
Sabah otobüsle işe giderken, kah devlet lisesindeki çocuğunun haylazlıklarını ve kızının yaklaşan düğününü, kah Beşyüzevler'deki iki odalı evinin kirasını düşünmekle meşguldür kimisi.
Dünyası küçüldükçe küçülmüştür...gittikçe artmıştır yalnızlığı, dostlarla da ayrılınca yollar bir bir.

Sebepler, Hizmet'le aralarına mesafeler koymuş olsa da hiç birinden bir mağduriyet hikayesi duymamışımdır.

Şartlar böyle gelişmiş ve  kader-i İlahi bu şekilde tecelli etmiştir sadece.
Dünyanın binbir hali vardır nitekim, ve herkesin sınavı farklı farklıdır. Evlad u eyal belini bükmüştür koskoca adamların...
Teslim etmek gerek ki bir büyük imtihandır içinden geçtikleri, zamanla alıştıkları, kanıksamak zorunda kaldıkları...ve artık umursamadıkları!

Kimisini vapurda, tramvayda, hafifçe solmuş gözlerinden tanırım.
Kimisini de bunca yıldan sonra dahi üzerlerinden hala atamadıkları ürkekliklerinden, mesela toplum içindeyken hala ayaklarının ucuna bakmalarından...
Yürüyüşünden, duruşundan, oturup kalkmasından belli olur kimisi...
En çok da susuşlarından...

Kimi maddi, kimi manevi sebeplerle Hizmet'ten uzaklaşan bu insanlar, kendilerine yepyeni, bambaşka hayatlar kurmuşlardır geçip giden yıllar boyu.
Kimi mutludur, kimi bedbin. Hepimiz gibi.
Bu çoğu mahcup insanı dinlerken  Mustafa Kutlu hikayelerini hatırlamamak kabil mi!

Kutlu'nun eski ülkücülerin burukluklarını, kırgınlıklarını anlattığı o Uzun Hikayeler, uzun susuşlar...
İdealler, hayat-ı hakikiye sahneleri, evlenmeler, boşanmalar...değişen yüzler, yeni yeni yeme içme alışkanlıkları, kılık kıyafet, oturma tarzı.

Hizmet'i uzaktan uzağa seyreden insanlar haline gelmiştir kimileri..
Kimisi de bağını tamamen koparmıştır eski "dava"sıyla.

Gençliginin en güzel ve heyecanlı günlerini millete hizmet peşinde koşarak geçirmiş, "istikbal inkilabatı" hayalleri kurmuş bu insanlar, yavaş yavaş içlerine çekilmişler, kader rüzgarınca farklı yerlere savrulmuşlardır. Ayine-i devran onlara farklı suretler göstermiş, feleğin çemberinden geçirmiştir.

Mutlu olanları, Hizmet ile geçen günlerini bir gençlik masalı kıvamında yad eder, daha mükedder olanlarının ise kafası biraz daha karışıktır sadece.

Kimisi hala "yeni" yerini yadırgamaktadır, kimisi  yerini bulmuş ve bambaşka bir insan olup çıkıvermiştir.
Kimisi ise iş yerinde canı sıkılmış Eve Dönmek isteyen bir adam gibidir.

Sanki gece gündüz talebe peşinde koşan, kurban derileri toplayan, dergi aboneliği için sokakları, mahalleleri arşınlayan, bayramda seyranda memleket yollarını unutan...ve ağlayan, durmadan ağlayan...hiç kendileri değildir!.

Necatigil'in o " Bir suçlu gibi ezik, sana selam söyledi..." dizesinin eşlik ettiği sohbetlerimizde saatlerce onlar konuşsun ben dinleyeyim isterim.
Seslerindeki dokunaklık bamtelimi sızlatır zaman zaman.
Bizim hikayemizdir o. Bütün idealizmlerin, realizmlerin verasında gepegerçek bir insan hikayesi...

Okulları uzatanların, arkasına bakmadan gidenlerin, patatesle beslenenlerin,otobüs duraklarında üşüyenlerin, evlerinden ikişer ikişer çıkanların hikayesi...ve sonradan da gayet insani sebeplerle yolları ayrılanların hikayeleri..

İşte o hikayeler kaleme alınmadan Hizmet'in gerçek anlatısının yazılamayacağını düşünürüm. Anlatacakları ne çok şey vardır bu insanların.
Dinleyecek biri olsa!

Sonra sohbetin bir yerinde, mesela geçen yaz, Boğaz'a karşı sigarasının dumanlarını savururken birinin dediği gibi, " ..ama ne günlerdi ya! Hey gidi günler" diye iç geçirirler...aradaki tüm mesafelere isyan edercesine.

Hizmet hala bir yad-ı cemildir hayalhanelerinde. Asla pişman olmadıkları bir şeydir gözyaşlarına karışıp giden o hülyalı günler. Hizmet, zamanında samimiyetle sarıldıkları bir şeydir.

Hatayı kusuru kendilerinde ararlar; tenkitte en ileri gideni ise, bir kaç isim verir en çok ve bazen bir lanet bazen bir sitem gönderir hayata.
Hiç birinin aklına Hocaefendi'ye küçük bir eleştiri getirmek bile gelmez.
"Hocamın yeri başka. Layık olamadık demek ki" diyen onlarcasını duymusumdur.

Zaman zaman hafifçe bir vefasızlıktan bahsedecek olurlar.
Mesela, zamanında yetişmeleri için gözyaşı döktükleri talebeleri okumuşlar, master, doktora yapmışlar ve yine gözyaşı ile terle harcı karılarak açılan o gözbebeği üniversitelerde hoca olmuşlar, çeşitli akademik ünvanlar edinmişlerdir, amma kendilerini yetiştiren abilerini tanımamaktadırlar artık. İşte bu gibi bir vefasızlık dokunmuştur bazılarına..

Kendileri gecesini gündüzüne katarak çalışmış çabalamış; ama bu işin çilesini çekmemiş, elini hiç bir taşın altına koymamış birilerinin üst makamlara gelmesine bir de umursamazlık ve dünyevileşme eklenince  bu işlerden sıtkı sıyrılıvermiştir kimilerinin... Her şey anlamsızlaşıvermiştir birden.

Kimisinin sınavları daha çetin olmuştur! Çok da üzerinde konuşmak istemeseler de...

Hayatın gerçekleriyle harmanlanmış böyle hikayelerin yanında bu gayr-i memnun dostlarımı sevindiren hoş vakalar da olur zaman zaman:

Mesela bir gün kendilerinin melül mahzun bir köşeye çekildiğini, Hizmet işlerinden ayrıldığını haber alan eski talebelerinden birinin mektubu, telefonu veya emaili gelir;

"Abi, dualarımdasın, nerelerdesin, okul çıkışlarımızda bize hazırladığın o maklubeleri unutamıyorum. Emin ol, verdiğiniz hiç bir emek boşuna gitmedi" yollu bir mesajla sarsılırlar, içlerinde gençlik aşkı sızısına benzer aşina bir duygu parlar...şaşırıp  kalakalırlar ortada.

Ayrı gayrı kalsalar da. hizmetlere candan sahip çıkan birilerini görünce yüzlerine icten bir serinlik yayılır. Hissedersiniz.

Bazı isimler sorarlar, o nerde, bu nerde..
Kaç okul oldu, falan yerde de müessese var mı! Sorular uzayıp giderken, ruhlar yıllar öncesine sığınır, gider taa İstanbul'daki, Ankara'daki o altı yedi öğrencinin birlikte kaldığı evlere, odalara, balkonlara geri döner..Hemen hemen hepsi icin " hayali cihan değer" o evlerin serin iklimlerinde ararlar teselliyi...

Bu asil ruhlar keşke seslerini duyurabilseler, keşke seslerine kulak verilebilse onların diye düşünürüm yanlarından ayrılırken...

Yillar gecse de, araya mesafeler girse de bu insanları, konuşmalarından, tavırlarından, yürüyüşlerinden kolaylıkla tanıyabilirsiniz..Çoğu da zaten hadi çay hazır gelsene davetini bekler gibidirler.


Derken...ekranlarda baska birileri belirdi. Kendilerini hizmet mağdurları olarak sunan, dilleri, üslupları, yüzleri ve sözleri bambaşka birileri...

Bir dönem Hizmet'te bulunduğunu, ve sonra da bir şekilde mağdur edildiğini söyleyen birileri görülmeye başlandı ekranlarda.

Bu üslup çok farklıydı her şeyden önce. Yüzlerinde bir öfke, gözlerinde bir hırs vardı bu insanların. Edaları, sadaları farklıydı.

Vakıa, bir kısmı Hizmet ile çok da köklü bir hukuku olmayan, nicedir çatabilmek için fırsat kollayan kimselerdi.
Bununla birlikte aralarında, hayatlarının bir döneminde Hizmet ile birlikte olmuş kimseler de vardı.

Mağduriyetlerini ekranlarda, en galiz ifadelerle, hak ve hukuk gözetmeksizin dile getiren bu kimseleri görünce, benim yıllardır görüştüğüm, uzun uzun sohbetler ettiğim eskimeyen arkadaşlarıma düşündüm.

Ekranlarda arz-ı endam eden bu kişilerin üslupları ayarsızdı. Yıllardır köşelerinde sinip kalmanın ezikliği içinde ve eyyamcılık hissi uyandıran tavırlarla konuşarak, kişisel hesaplarını görüyor gibiydiler.

Onları dinlediğimdeyse,gayr-i memnun ama eskimeyen dostlarımın kıymetini daha iyi anladım.

Bu günler gelip geçer. Dostluklar bakidir. Bir tas çorbanın, bir bardak çayın, omuz umuza yapılan iki rekat  ibadetin büyük hatrı vardır. Vefalılar bunu unutmaz.

Hizmet, kendi çocuklarına sahip çıkmalı. Kardeşlerine. Eskimeyen abilerine...
Onlar bu toprakların gerçek evlatları.
Evet o çocuklar, Hizmet'in her zaman kahrını çekmiş, Hizmet'e kahır çekmek için girmiş o eyvallahsız adamlar bütün kıyıda köşede kalmalarına rağmen, Bu Ülke'nin en temiz ve namuslu çocuklarıdır.
Bütün tahrik ve teşviklere rağmen de biri çıkıp  bir kaç  şahısla olan kişisel hesabını topyekün bir camia üzerinden görme namertliğine de girişmedi!

Şimdi...Bugüne kadar, Hizmet'in içinde el bebek gül bebek ağırlanmış ve en küçük bir muhalif rüzgarla da savrulmuş, ama hala pişkin pişkin mağduriyet edebiyatı yapan nice eyyamcıyı görünce, bu çocukların gerçek değeri daha da tebarüz etmiyor mu!

Tuesday, September 23, 2014

Ah şu hazırcılık, eyyamcılık

İster köylü kurnazlığı deyin ister şark kurnazlığı...
Etrafınıza baktığınızda mutlaka bir tane göreceksiniz.
Yılışık gülümsemesi ve bön çehresiyle ben buradayım diyecek.

Sizin erdeminizden, bilginizden, görgünüzden kendi usülünce, sinsice faydalanan, hatta bu konuda profesyonel bir meleke de kesbetmiş emek tufeylileri...
Hiç bir konuda adamakıllı malumatları olmamasına rağmen, her konuda rahatlıkla ahkam kesen bilgiçler.

Siz bir hassasiyetle ifade-yi meramda bulunmaya çalışırken... hem hassasiyetinizin hem de düşünce ve duygularınızın üstüne beton döken, münasebetsizce araya girişlerle konuyu sulandıran, sizin anlatmaya çalıştığınızı, daha ifade etmenize imkan bile vermeden, ve dedikleriniz üzerinden eyyamcılık yapan, sürekli birilerine hoş görünme sevdasına kapılmış çapsızlar da diyebilirsiniz bunlara.

Halleri, hakikaten de ne acınasıdır!

Yeri geldiğinde çok dertli yeri geldiğinde çakır keyftirler. Ortam ve şartlar ne gerektirirse, profesyonel aktörlere taş çıkartırcasına icra ederler rollerini. Gerektiğinde ağır takılarak molla rolünde, gerektiğinde alem-i İslamın dertlerini omuzlarında taşıyan bir çille-keş pozlarındadırlar...ama damarına basıldığında çirkefleşen, maruz kaldığını vehmettiği bir haksızlık karşısında çirkinleştikçe çirkinleşen...

Geniş zamanında çakır keyifliklerine hadd u payan yoktur! Sanırsın, aleme yeme-içme ve güzelleşmeye gelmişler. Doğrusu bu genişliklerine hayran olmamak...ama aynı zamanda da bu yüzsüzlüklerinden ve gamsızlıklarından da iğrenmemek elde değildir!

Zihin dünyalarında hiç bir paradoksa yer yoktur, kafaları mis gibidir bunların. Müthiş bir zihin konforu içinde imrar-ı hayat eylerler. Sadece, hangi geçici kalıba girilmesi gerekiyorsa, neyi taklit etmeleri iktiza ediyorsa onun ustasıdırlar.

Başarıyı sahiplenmek, en küçük bozgunda da "meğer kandırılmışız" mazeretiyle işin içinden sıyrılıvermek tarz-ı telakkileridir.

Kendilerine menfeatten, kendine müslümanlıktan ve bencilikten başka bir değerler dünyası kuramadıklarından, hiç bir zaman kendileri de olamazlar. Etrafa yılışık tebessümler yağdırarak prim devşirme sevdasındaki bu karekteri mefluç kimseler, yaşadıkları rezilane bu hayattan da ziyadesiyle memnundurlar.

Sizin bin bir emekle büyütmeye çalıştığınız çicekleri hoyratça yolup vazoya koyma derdindedirler mesela.

On dakika konuşursunuz, tek kelimesini anlamadan, içinden cımbızla bir kelimesini çekip alarak size karşı kullanmakta uzmanlaşmıştırlar. Sizden öğrendiğini yine size satıp sizin üzerinizden nemalanmakta pek mahirdirler.

Çıldırtan cehaletlerine boy ölçüşen bir cehaletin girdabı içindedirler. Cahilane bir cesaret de vana illet Sakarya edebiyatında kullandıkları azıktır.

Etrafa yağdırdıkları yılışık gülücüklerinin bütün çapsızlıklarını kapatabileceğini ve aleme şirin görünecekleri zehabındadırlar.

Yorulmak, emek vermek, işin çilesini çekmek... kitaplarında yoktur, hazırcıdırlar.

Sadece ben değil, memleket de bunlardan illallah etti. Bu prototipi tasvirde mübalağa ettiğim sanılmasın, kalemin kifayetsiz kaldı, burda durdum.

Duam, memleketimizi bu tufeyli ve hazırcı ruhtan tez zamanda kurtarmasıdır Rabbimin. Önümüzü ancak o zaman görürüz.




Monday, September 22, 2014

HER ADIMINIZDA FETHULLAH GÜLEN'İ TAKİP VE TAKLİT ETMEKTEN KURTULAMAYACAKSINIZ


Bu toprakların kaderidir meyveli ağacı taşlamak, insafsızca ve onursuzca.
Taif'in çağdaş tüfeylileri hele taşlayabilecekleri bir mazeret uydurmaya görsünler!
Hiç bir bayağı fırsatı fevt etmeden başlarlar iftiralara, karalamalara...Onlara sözüm yok zaten. Ama halden ve hatırdan anladığını zannettiğim kimi zevat var... ki sitemim onlaradır.
Asılsız astarsız iddialarla, tezviratlarla ve profesyonelce kotarılmış masa başı algı operasyonlarıyla safi zihinleri iğfal etmek,  türlü yalanlar üretip sonra da o yalanların esiri haline gelmek...ne yazık ki bu toprakların kaderi olagelmiştir.


Çok uzağa gitmeye ne gerek var! İşte Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Cemil Meriç, işte Bediüzzaman, Necip Fazıl...yaşarken dünyası dar edilenler...işte sırf muhafazakar olduğu için, Fransa'nın en prestijli üniversitelerin birinden doktorası olmasına rağmen kendisine lise hocalığı bile çok görülen Nurettin Topçu!
Mumla adam aranan o kaht-ı rical dönemlerine rağmen, bir avuç çapsızın ve muhterisin egoistliklerine kurban gitmişlerdir bu değerlere değer katan değerli zatlar...Gelin görün ki bu toprakların maküs talihini bilen, düşünce tarihine göz atanlar için şaşılası bir durum değildir bu.

Neden sonra... kıymetini anlayınca da bu değerlerimizin, ahlanmak ve vahlanmak, anıt mezarlarında teselliler aramak kaderimiz olmuştur. Türlü nedametlerle, aslında ben şunu söylemek, bunu dillendirmek istemiştim, aslında burada meramım tam da şuydu yollu yazıklanmalarla müteselli oluruz.

Bu Ülke'de, önden giden insanların, rehnümaların kaderidir bu: Anlaşılmamak. Kıyasıya eleştirilmek. Hakk-ı hayatı elinden alınmak.
Yol açıcıların, tabu yıkıcıların, totem kırıcıların serencamesi böyledir bu topraklarda...

Ne yazık ki bugünün kıymeti bilinmezlerinden biri de Fethullah Gülen'dir.
Bir avuç yol yordam bilmez nevzuhurun üzerine akbaba gibi çullanmaya çalıştıkları bir değer...
Fırtınalar dinip de sular durulunca değeri daha iyi anlaşılacak bir kıymet.

Gülen de kamunun önüne çıktığı ilk günden bugüne, gerek icraatlarıyla gerekse düşünceleriyle önce en sert şekilde eleştirilmiş, çok geçmeden de insaf ehli tarafından takdir edilmiştir. Ennihaye pek çok İslami cemaat ve camia tarafından da taklit edilmiştir. Sadece hizmetlerinin muhtevasıyla değil, o hizmetlerinin şekline şemailine kadar varan bir taklit..Mesela zamanında Gülen'i kurban derisi toplanmakla suçlayan kimi gruplar, sonradan kendileri de sadece kurban derisi toplamakla kalmamış, deriyi toplandıkları poşetin rengine vs. kadar Kurban hizmetini taklit etmişlerdir.



Gülen, İzmir'e genç bir imam olarak geldiğinde, İzmirli entelektüellerin yayıma hazırladığı bir dergide, Gurbet Dergisi, lise ve üniversite gençliğini müspet harekete davet eden yazılar kaleme aldı. Gençlere, ideolojik aşırıklara düşmemelerini, sağ ve sol düşünce kaymalarına tevessül etmemelerini, ne olursa olsun yüksek öğrenimlerine devam etmelerini salıklayan yazılar yazdı.
Vaazlarını da bu konulara hasretti.
Neyine gerekti bir genç imamın bunlar. Oturup namazını kıldırmalı işine bakmalı değil miydi!

Türk Düşünce Derneklerinde 25, 26 yaşlarındayken konferanslar düzenledi Mevlana hakkında, Yunus hakkında. Daha entelektüel bir kesime ulaşmayı hedefledi. Halbuki bir imamın yeri camii değil miydi!  Bu genç imam da kim oluyordu konferanslar tertip ediyordu. Camii cemaatinin dışında, daha farklı kesimlere de ulaşmaya çalışıyordu! Neyin peşindeydi!

Sonra Altın Nesil konferansları, Ege bölgesini belde belde dolaşarak, uyuyan bir milleti ayağa kaldırma gayretleri.

Hele o kahvehaneler, kahvehane sohbetleri...Kahvehane gibi kağıt oynanan, uygunsuz sohbetlerin de olabileceği ortamlarda dini sohbetler etmek münasip olmaz diyenlerin rağmına, her türlü hakarete katlanarak, 1960'ların İzmir'inde kahvehanelerde sohbetler etmiş. Ruhundaki ilhamları boşaltacak yerler arayan bir genç imam.

Yolunu kesmek isteyenlere Bediüzzamanca "Dar görüşler dar düşünceler" demiş geçmiş.
Ruh ve düşünce dünyasını Mehmet Akif'in münkesir şiirleriyle, dimağını Bediüzzaman'ın serrişte ettiği iman hakikatleriyle beslemiş, dahası okumalarını dini metinlerle sınırlamamış bir genç entelektüel...

Gençlere ulaşmanın her yolunu aramış, bulmuş ve denemiş bir yenilikçi...
Batılı yazarların yanında, Cemil Meriç okumuş, Nurettin Toçu okumuş, Necip Fazıl okumuş, dönemin milliyetçi muhafazakar dergilerine abone olmakla kalmamış, dağıtmış, okutmuş da bu dergileri..

İzmir'de, "gelin bir okul açalım" demiş. Yeni yeni çoğalan, hüsn-i kabule mazhar olan İmam Hatiplere hala çocuklarını göndermede mütereddit olan muhafazakar ailelerin de çocuklarını gönderebilecekleri özel okullar açalım demiş.

Okul da nemize lazım diyen diretmelerle karşılaşmış. "Okul da nemize lazım, Kuran Kursları varken, İmam Hatipler varken"...diyen herkes sonradan birer okul açma yarışına girmiş.

Gelin, çocuklarımızı üniversite sınavlarına hazırlayan dersane açalım deyince bu sefer aynı kesimden, "dersane mi, ne gerek var şimdi böyle şeylere" homurtularına muhatap olmuş..

Gelin bir dergi yayınlayalım deyince aynı mukabele, kurban derisi toplayalım deyince aynı itiraz!

Ağniyayı bir araya getirelim çalışkan ve fakir talebeye imkan sağlayalım demiş. Milletin ali himmetine müracaat etmiş. bu Peygamber yoludur demiş.

O dönemde gerek yakınındaki bazı kimselerce, gerekse diğer bazı dini cemaatlerce kıyasıya eleştirilmiş bu genç imam.

Çok geçmeden kendisini eleştirenler de kurban derileri toplamaya başlamışlar. Yurtlar yuvalar açmışlar, okullar dersaneler. Her bir cemaatin bir dergisi olmuş.

1990'larda Asya'ya açılın demiş Gülen.
"Kendi memleketimizi bırakıp da şimdi Asya'ya açılmanın sırası mı Allasen" diyenler, gözlerini ancak 20 sene sonra açabilmişler hakikatleri görebilmek için..Şimdi dini cemaatler sadece Asya'da değil, Pasifik'ten Atlantik'e kadar her yerde olmak istiyor. Dünyanın her yerinde olmadan Türkiye'de de olmazsınız sözünün hakikati şimdi daha iyi anlaşılmıyor mu!

Toplumsal barışı tesis eden vakıflar dernekler kurum, radyolar televizyonlar açın demiş.
Yine kıyasıya eleştirilmiş.

Şimdi mi! Radyosu ve televizyonu olmayan dini cemaat yok.

Yetişen, tahsil gören, işinin ehli ve sorumlu vatandaşlar devair-i devlette vazife alsın demiş Gülen. Şimdi şöyle böyle tahsil gören her bir mensubunu devlette bir işe yerleştirebilmek için olmadık taklayı atan dini cemaatlerimiz yok mu! Bir yandan kendi mensuplarını devlete yerleştirme telaşesine kapılan diğer yandan da bir cemaati devlette paralelce kadrolaşıyorlar diye kıyasıya eleştirenler..

"Amerika'ya gidin, Avrupa'ya gidin, oralarda kültür lobileri açın, İslam'ın ve şu milletin meselelerini çağa en uygun bir şekilde anlatın, anlatmakla da kalmayın o değerleri temsil edin" demiş. "Oralarda kültür merkezleri, barış ve diyalog merkezleri açın..gittiğiniz her yerde Abant Platformu-misal kurumlar açın, düşünce kuruluşları açın" demiş.
Şimdi devlet, milyonlarca dolar harcayıp Yunus Emre Kültür Merkezleri açmıyor mu! Ki bu merkezlerin de Allah sayısını müzdad eylesin, saye şevklerini arttırsın.

Türkçe Olimpiyatları düzenleyin demiş.
Şimdi hükumet, alternatif Türkçe Olimpiyatları düzenlemiyor mu!

İşadamları dernekleri kurun, yabancı sermayeyi Türkiye'ye çekin, iş adamlarımız dünyaya açılsınlar demiş. Şimdi hükumet aynı minvalde kurumlar açmıyor mu! Hükumetin de  Türk kültürünü ve değerlerini dünyaya duyurma adına attığı bu atılımları her türlü takdirin üzerindedir.

Kimse Yok Mu insani yardım dernekleri ile, kalmasın el uzatmadığınız bir muhtaç sine demiş. Şimdi onlarcası yok mu bu gibi kurumların son yıllarda ortaya çıkan. Allah her birinin birini bin eylesin, sayısını artırsın.

Finans Kurumlarından, sendikalaşmaya kadar pek çok alanda bu millete de devlete de yol ve yön gösteren devasa bir vizyon var karşımızda. Önceleri kıyasıya eleştirilen ama sonrasında da taklit edilen. Önce anlaşılmayan, ademe mahkum edilmek istenen ama sonrasında genel bir hüsn-i kabule mazhar olan, kopyalanarak çoğaltılan

Yaklaşık 10 yıldır söylüyorum: AKP Hükumeti'nin en büyük talihi Hizmet Hareketi'ydi.
Şimdi de diyorum ki, Hükumet'in en büyük talihsizliği bu harekete vefasızlığıdır. Gün be gün kendini gösteren her bir olay da bu görüşü teyit eder mahiyette nitekim.

Sosyal devletler bilir ki devletlerin yapabilecekleri sınırlıdır, bir yere kadardır. Bu nedenle, sivil inisiyatifler desteklenir ve gerek yurt içinde gerekse yurt dışında bu hareketlerin önleri açılır. İşte tam da bu meyanda Hizmet Hareketinin en mümtaz hususiyeti olarak bağımsızlığı öne çıkıyor.

Hizmet, Türkiye'de zuhur eden bir hareket olarak dünya çapında çoğunluğun takdirini kazanan büyük işlerin altına imza attı, tüm engellemelere rağmen atmaya da devam ediyor. Zorluklar altına kendine yeni imkanlar buluyor ve yeni yeni hizmet modelleri geliştiriyor, değerler üretiyor.

AKP, hizmet bayrağını en son noktaya diktiğini düşündüğü yerlerde hep, oralara çok daha önceden giden hizmet bayrağını dikmiş Hizmet Hareketi'ni görecektir.

Bugünkü hamaset ve günübirlik siyaset dilinin tozu dumana katan eyyamcılığı içinde bu hizmetler ve Hizmet hareketinin Bu Ülke'ye sağladığı açılımlar ve yaptığı katkılar henüz idrak edilemiyor. Şahıslara, şuna buna takılıp kalmadan, bu değerlerin ve Hizmet'in asıl söylemek istediğinin anlaşılacağı günleri bekleyeceğiz.

Hepsini geçtim, sadece su Abant Platformu'nun Bu Ülke'ye verdiklerini, kazandırdıklarını henüz bu toplum fark edemedi bile. Bu Ülke'de "aynı sokaktan geçmez" denilen insanları, hem de 28 Şubat'ın o menhus günlerinde el ele tutuşturan Abant Ruhu'ndan söz ediyorum.

Ezcümle:
"Sabır gibi bir fazilet  yoktur" der eskiler. Sabırla bekleyeceğiz ve göreceğiz ki bu gün kıyasıya eleştirdikleri Hizmet Hareketi'nin eylemlerini ve hizmetlerini istikbalde taklide başlayacaklar.

Kıymetbilirlik, hakşinaslık ve vefa aramamak ve dahi beklememek lazım; dediğim gibi bu topraklarda ne yazik ki bu gibi değerler yaklaşık 50 sene sonra geliyor...
Allah nasip ederse görürüz.


Tuesday, September 16, 2014

Yeni Insan Olmadan Yeni Bir Turkiye, Asla...

İtiraf etmeliyim ki şu Yeni Türkiye lakırdısını ben de bir zamanlar çok severdim. 
Vaidkardı, ilham vericiydi, fiyakalıydı...ezcümle yeniydi. Ki eskiden ve eskilerden de gına gelmişti artık.

Onyıllardır üzerimize karabasan gibi abanmış, ufkumuzu husuf ve küsuf kasvetiyle istila etmiş Eski Türkiye heyulasından bizi kurtaracağını düşünüyordum bu efsunkar Yeni Türkiye kelimesinin. Meğer tam bir gençlik malihülyasıymış!

Evet çok geçmedi, bunun hayal-i muhal olduğunu anladım.  Heyhat!
Kaldı ki ben eski hal muhal, ya yeni yeni hal ya izmihlal diyenlerden de değilim. Zamanın hükmüne inanıyorum. Hepimiz kendi zamanımızın çocuklarıyız, düşüncelerimiz ve düşüncelerimizi dile getiriş tarzımız çevresel unsurların doğrudan etkisinde.

Ol sebeple, ne eski mutlak manada kötüydü ne de yeni. Yine, ne yeni mutlak manada iyiydi ne de kötü. Aslolan her şeyi yerli yerine koyabilmektir. 
"Huzma safa da'ma keder" fehvasınca, güzelliğini alıp, kötülüğünü de yele vermek ve işimize bakmak...

Bizim sadece şimdiki yeni yetme Yeni Türkiye çığırtkanlarının değil, ta Namık Kemallerden başlayarak, Tanzimat'ın hem birinci, hem ikinci kuşak münevverlerinin meftun olduğu, sonrasında İttihat ve Terakkicilerin, Kuvvacıların... gücü geçici bir süreliğine eline alınca iktidarı ve bu hayatı baki zannedenlerin yıllardır dilllerine pelesenk ettikleri bir rüyaydı bu Yeni Türkiye. 

Oysa...Esamisini andığım zevatın da şimdiki Yeni Türkiye çığırtkanlarının da atladıkları bir mesele vardı: İnsan. 

Maddesiyle manasıyla yetişmiş insan, birey. Devleti, dünyayı, toplumu yaşatacak insan.

Hayalini kurdukları yeniliği yaratacak, Akif'in tabiriyle adeta " halk edecek" insanı, bireyi unutmuşlardı bu idealist toplum mühendislerimiz...

Oysa ki, Hz. İnsan sırr-ı azimine vakıf bir insan, yeni nizamın olmazsa olmaz yapı taşı olmalı değil miydi!

Yeni İnsan'ın, bizde ilk farkına varanlardan biri Bediüzzaman Said Nursi olmuştur, farkına varmakla kalmamış, Yeni İnsan'ın inşa ve ibdasına hayatını adamıştır. Yaşadığı onca içtimai gaile sonrasında, Barla'nın dağlarında, Van'ın yaylalarında, Denizli'nin, Isparta'nın hapishanelerinde, iğneyle kuyu kayarcasına Hazret, hep insan'a eğilmiş ve bilinçli (zi-şuur) birey yetiştirmeye öncelik vermiştir.

Zamanın cemaat zamanı olduğunu ısrarla vurguladığı yerlerde de, o adil ve güçlü bir toplumun iyi yetişmiş mümin bireylerden, kamil insnalardan müteşekkil olacağına inandı. Çaycı, tamirci, çoban, esnaf, memur... hiç ayırt etmeden insan'la, bireyle ferden ferda ilgilendi, iğneyle kuyu kazdı.

Sonrasında, Nurettin Topçuların, Fethi Gemuhluoğluların, Necip Fazılların...hep bu kurtarıcı insanı, diriliş ruhunu, ideal şahsı aradığını görürüz. Selden kütük kurtarır gibi, yangından mal kaçırır gibi adeta, ümid vaad ettiğini düşündükleri her bir kimseye el uzatmaya çalışmışlar, "kalmasın bir mahzun gönül" idealizmiyle  insanla, iyi yetişmiş sadece tek bir insanla, yeni medeniyetler kurma rüyaları görmüşlerdir. 

Fethullah Gülen de bu geleneğin önemli halkalarından biridir bugün...

Gerek 1960'larda yazdığı Gurbet Dergisi yazılarında, gerekse 1980'lerdeki Sızıntı ve sonraki yıllarda da Yeni Ümit ve Yağmur Dergisi yazılarında Altın Nesil konseptiyle formüle ettiği ideal bireyi anlatır uzun uzun Gülen. Ona göre Yeni Türkiye'nin hem inşasını hem de ibdasını gerçekleştirecek Yeni İnsan'dır.


Bakın 1991'de kaleme aldığı bir yazıda şöyle diyor Gülen:

"Her şeyiyle mükemmelin peşinde, heptenci, dünyâ ve ukbâ muvâzenesiyle kanatlı, kalb ve kafa izdivacına muvaffak olmuş yepyeni bir insan."

Böylesi bir insan yetiştirmenin kolay bir iş olmayacağının farkındadır Gülen. Emek isteyen, fedakarlık, hasbilik, feragat ve kendi tabiriyle adanmışlık isteyen bir iştir bu. Topçu'nun tabiriyle yaşatmak için yaşama sevdasından vaz geçmeyi gerektirir. Yıllara vabeste bir yatırım olduğu için bu insanın yetiştirilmesi sabır ister. Vefasızlığı, kadir ve kıymet bilmezliği sineye çekerek yola revan olmayı gerektirir. Velhasıl Yeni Türkiye'nin mimarı olacak Yeni İnsan'ın yetiştirilmesi adeta bir doğum gibidir ve bunun da sancısız olması düşünülemez. 

Gülen ümidvar bir şekilde:

"Bu yeni insan da belki bugün -belki de yarın, ama mutlaka gelecek..." der.

Sözkonusu makalesinde Gülen'in Yeni İnsan tasavvurunu dile getirdiği diğer paragraflara da kısaca bakalım:


"Yeni insan, her türlü hâricî tesirlerden sıyrılabilmiş ve kendi kendine ayakta durmaya kararlı bir şahsiyet insanıdır. Doğu-batı, ayağına pranga vurup onu esir edemeyeceği gibi, manâ köküne ters 'izm'ler de, ona yol-yön değiştirtemeyecek ve hatta yerinden kıpırdatamayacaktır. Evet onun, düşüncesi hür, irâdesi hür, tasavvurları hür ve hürriyeti de Allah'a kulluğu ölçüsündedir. Başkalarına benzemeye, başkalarına özenmeye değil, kendi kendine benzemeye ve târihî dinamiklerle bezenmeye çalışacaktır."

"Yeni insan, düşünen, araştıran, inanan, rûhâniyata açık ve rûhânî zevklerle dopdolu bir insandır. O kendi dünyâsını kurma yolunda, azamî derecede çağının imkânlarından yararlanmanın yanında, kendi millî ve mânevî değerlerine de sahip çıkarak çok farklı bir performans ortaya koyacaktır."

"Şanlı geçmişindeki inananlar gibi inanacak, düşünenler gibi düşünecek; onlar gibi soluklarını duyurma arzusuyla şahlanacak ve onlar gibi karanlıkların bağrına nurlar saçacak.. bunları yaparken de, derin bir vefâ hissiyle bir lâhza bile Hakk düşüncesinden ayrılmayacak.. Hakk'ı tutup kaldırmak için her gün birkaç defa ölüp ölüp dirilecek.. icâbında yurt-yuva, evlâd u iyâl her şeyi terketmeye hazır olacak.. mal-can kaygısına, refâh-saadet arzusuna kapılmadan bugün mazhar olduğu her şeyi, yakın-uzak milletinin istikbali yolunda tek zerresini dahi zâyi' etmeden tohumları toprağın bağrına saçtığı gibi, Hakk'ın inâyet yamaçlarına saçacak, sonra kuluçkanın yumurta ve civcivler üzerine abandığı gibi bir ızdırâp ve bekleyiş faslına girerek inleyip kıvranacak, ürperip yakarışa geçecek ve her gün ölüp-ölüp dirilecek. Hakk yolunda olmayı, Hakk yolunda ölmeyi hayatının gâyesi bilecek ve böyle bir gâyeyi fevtetmiş olmayı da şahsı adına telâfisi imkânsız en büyük bir kayıp sayacak..."

"Yeni insan, insanların akıl, kalb, ruh ve duygularına ulaşma yolunda, kitaptan gazeteye, gazeteden mecmua ve bültene, onlardan da radyo ve televizyona kadar bütün modern imkânlardan-kitle iletişim vasıtalarını kastediyorum- yararlanacak ve kendini bir kere daha ispatlamaya çalışacak.. sadece kendini ispatlamak değil, aynı zamanda gasba uğrayan devletlerarası muvâzenedeki yerini ve itibârını istirdat edecek..."

"Yeni insan, rûhunun kökleri itibâriyle çok derin, içinde yaşadığı dünyâ itibâriyle de çok yönlüdür. O, ilimden sanata, teknolojiden metafiziğe, her sahada söz sahibi ve kendini alâkadar eden her mes'ele ile içli-dışlıdır. Evet o, doyma bilmeyen ilim aşkı, her gün daha bir başkalaşan ma'rifet tutkusu ve idrâk üstü ledünnî derinlikleriyle, ak devrin aydınlık insanlarıyla omuz omuza ve her gün yeni bir mirâcın süvarîsi olarak da rûhânîlerle atbaşıdır."

"Yeni insan, bütün varlığa karşı sevgiyle dopdolu ve insânî değerlerin koruyucusu ve kollayıcısıdır. O, bir taraftan insanı insan yapan ahlâk ve fazilet gibi esaslarla kendi yerini belirleyip kendini bulurken, diğer yandan da bütün varlığı şefkatle kucaklayacak kadar âlemşümûl 'evrensel' ve diğergâmdır. Kendisinin nasıl olmasını seçtiği aynı anda, beraber bulunma mecburiyetinde olduğu insan vesâir eşyânın da nasıl olması gerektiğini tasarlar; fırsat doğunca da bütün tasarılarını gerçekleştirmeye çalışır. O, çevresinde iyi olan her şeyi korur-kollar ve onu başkalarına da salıklar.. bütün fenalıklara karşı savaş ilân eder ve onları, içinde yaşadığı toplumun bünyesinden söküp atacağı âna kadar bir yay gibi hep gerili kalır. İnanır, inanmayı herkese tavsiye eder.. ibâdete 'güzel' der ve onun gürül gürül dili olur. Okunması gerekli olan kitapları okur ve okutur. Ruh ve manâ köküne saygılı gazete ve mecmualara omuz verir.. sokak sokak dolaşır, kendi insanının ihtiyâcı olan her şeyin işportacılığını yapar.. ve bu hâliyle de o, bir sorumluluk ve mükellefiyet remzi olur."

"Yeni insan, inşâ rûhuna sahip her türlü şablonculuğun karşısındadır. Öze saygısı içinde kendini yenilemesini, hâdiselere söz dinletmesini bilir. Ve hep yaşadığı devrin önünde yürür.. hem de irâdesinin sınırları ötesinde bir gayretle, şevkli, çalımlı ve Allah'a itimat içinde. Onun hayatında sebeplere riâyetle teslimiyet o kadar içiçedir ki, işin iç yüzünü bilmeyenler onu, ya esbâbperest -sebeplere tapan, sebepleri her şey sayan- veya tam cebrî -kaderci- sanırlar.. oysa ki, ne o, ne de o; yeni insan tam bir denge insanıdır.. sebeplere riâyeti bir vazife bilir, Hakk'a teslimiyeti de îmânın gereği sayar."

Evet, Gülen'in 1991'de ortaya koyduğu Yeni İnsan ve Yeni Türkiye vizyonu bu. Beğenilir beğenilmez, hayatı ve eserleri incelendiğinde de görülecektir ki, hayatını milleti yolunda azimete adayan Gülen, bu Yeni İnsan ve Yeni Türkiye vizyonunu, gaye-i hayali yapmıştır.

Biraz Türkiye'den haberler izleyince, geçen bunca zamana rağmen, insanımızın, tahsilli -tahsilsiz, çok da değişmediğini görüyorum. Yıllar öncesine mahsus onlarca müzmin sorunumuz hala devam ediyor, zaman zaman da çok feci bir şekilde nüksediyor...

İçme suyumuzdan, insana olan saygımıza kadar yüzlerce, binlerce irili ufaklı sorun, hala dağlar-vari önümüzde dururken, bizim sabah akşam Yeni Türkiye neşideleri terennüm etmemiz ne kadar aldatıcı.

Asıl meselemiz ahlaki buhran...Felaket tellalığı olmayacağını bilsem, maneviyatı iflas etmiş bir toplum derdim ve sadece bir haftalık ülke gelişmelerine bakıp uzun uzun tasvirler yapardım bu Yeni Türkiye hakkında.

Hata sonucu arabalı vapurdan denize düşen araçta biri 5 yaşındaki çocuk olmak üzere iki kişi ölür. Pikniğe gittikleri alanda açılan baraj kapısıyla ölüme giden insanlar... 
Asansörün olmayan kabinini fark etmeyen çocuk düşer ölür. İnşaat çöker, işçiler ölür, ya da ölüm durup dururken, kaldırımdayken gelir bulur vatandaşı. Yolda yürürken kafasnıza 5 katlı binadan beton parçaları düşer ve ölürsünüz. Sokak ortasında adam kesilir. Yetkililer, sorumluluğu, yağan yağmura, esen rüzgara yükler.  
Ne yazık ki bunlar adiyattan hadiseleri olmaya başlar ve insanımız da aldırmaz, sorumlulular işin içinden sıyrılır. Üzerine gidilmez.

Demem o ki, siz  Yeni Türkiye'ye dair istediğiniz kadar destan kesin, AVM dikin, meydanlarda avazınız çıktığı kadar bağırın, malzeme aynı.

Devlet imkanlarıyla meltuf ve  mefluç bir kısım aydınımız, hakkında tefrikalar düzdükleri bu Yeni Türkiye lakırdısıyla ilgili derinlikli tek yazı çıktı mı ortaya! 

Yeni Türkiye'de Hukuk, Yeni Türkiye'de Ekonomi, Yeni Türkiye'de Siyaset...yollu çok sayıda yüzeysel yazılar kaleme almaktan başka...!

Birileri Yeni Türkiye deyince sağda solda yükselen binalardan, AVM'lerden, kaba inşaattan söz ediyor olmalı.İçerikten, muhtevadan, özden söz eden yok!

Ya da kerameti kendinden menkul gazeteci makülesinin bol ontolojili, epistomolojili kompozisyon ödevlerine bakarak Yeni Türkiye böyle bir şey olsa gerektir diye düşünüyor bir kısmımız...

Son tahlilde, her sistemin kendince bir medeniyet tasavvuru vardır. Bunun da özünde birey olmalı. Asgari olarak, nezih, nezaketli, mütevazi, saygılı, itidalli, müsamahakar, insaflı ve izanlı bir birey. Bu sıfatları taşımayan yığınların oluşturduğu kitlelere siz istediğiniz sıfatı, Yeni Türkiye vs. sıfatlar bulun anlamsız kalır. İnsanı, insanı değerlerle yüceltmeyen devlet yeni de değildir saygın da.

Bediüzaman'ın dediği gibi bitirelim sözü:
Eğer Yeni Türkiye'niz bir fırkanın istibdatından ibaretse, ben Eski Türkiyedenim, eğer Yeni Türkiyeniz, hırsızlık, arsızlık ve hukuksuzluksa ben Eski Türkiye'denim.
Ekranlarda avurdunu şişire şişire konuşan altyapısız İslamcılar, devlet ümerasının uçaklarında gerine gerine poz veren muhteris müptezellerin, parti bültenlerine yazdıkları kompozisyonların kendilerini gazeteci yaptığını vehmeden siyaset esnafının söz ettiği Türkiye, yeni olamaz!

Eski Türkiyede, bu işleri hiç olmazsa, dini diyaneti, manevi değerleri, bayrak ezan gibi milli sembolleri kullanmayan kişiler yapıyordu! Kurt gövdenin içine girmemişti!

Namık Kemal ile başladık onunla bitirelim..

Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet
 Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten

Yeni Türkiye kasidecileri, bu yeni Türkiye'nin esiri ve meftunu olmadan önce keşke ne menem bir şey olduklarını yazsalardı önce, bakarsın hoşumuza giderse bakarsın biraz da biz meftunu olurduk, biraz da biz ölürdük!



Sunday, September 14, 2014

TENCERE Mİ MOZAYİK Mİ!


Göçmenlik, dünden bugüne, Kanada’da en sıcak konu. Bütün  entegrasyon, asimilasyon, diskriminasyon, isolasyon...nösyonlu mevzuların ortak paydası imigrasyon ( göçmenlik)dur.

Göçmenlik Bakanı Muhafazakar Jason Kenney’in son çıkışı ile müzmin münakaşalara  yeniden  girildi. Bakan diyor ki: “ Kanada’nın iki resmi dili vardır. Bu ülkede yaşayan herkes, bu iki dili öğrenecektir. Ve dahi, yeni gelenlere, onların çocuklarına, geldikleri ülkenin dillerini öğretmek, Government of Canada’nın işi değildir!”

Yeni gelenlere, İngilizce ve Fransızca öğrenmek zorunda olduklarını, kendi dillerini ve kültürlerini  öğretmenin de göçmenlerin kendi işi olduğunu söylemenin neresi yanlış!
Milli kimliğin teşkil ve tesisinde sembollerin, simgelerin önemi malum. Mesela, yetmişiki milletin içtimagahı olan Amerika, milli kimliği için tencere (melting pot) metaforunu benimsemişken, Kanada, çokkültürlülüğünü formüle etmek için mozaik mecazını tercih etmiştir. Politikalarını, bu sembol doğrultusunda geliştirmiş.

Hakim renkleri ve desenleriyle birlikte, diğer çizgilere, renklere de hakk-ı hayat tanıyan; harcı, hoşgörü, saygı, birlikte yaşama bilinci olan bir mozayik motifi. Bu mozayik, Kanada’nın yıllardır büyük mücadelerle el ettiği uluslararası itibarıdır.

Ancak…Bakan Bey’in Muhafazkar kafasıyla, Kanada’yı özgürlük ve tolerans diyarı yapan mozayik motifinin yerine yavaş yavaş, Amerika’daki eriten pota konsepti ikame edilmeye çalışılıyor! Bakan Bey de açıkça, bu mozayik muhabbeti tavsadı artık diyor.
Kanadada küçük de olsa bir kesim, göçmenlere çok yumuşak ve aşırı hoşgörülü davranıldığı, hatta şımartıldıkları;  bazı sığınmacıların, göçmenlerin  ise devletin hoşgörüsünü taciz ettikleri düşüncesinde. Devletin, daha güçlü kural ve yaptırımlarla, yeni gelenleri topluma kolayca ve hızlıca monte etmesi gerektiğini savunuyorlar. Her yıl çok sayıda göçmenin ülkeye gelmesini de uygun görmüyorlar, gelenlerin de bir türlü entegre olamadıklarından yakınıyorlar. Bu kesim,  Çokkültürlülük konseptinin Kanada için iyi olmadığında ısrarcı.

Ben, Kanada’nın 30 yıldır uyguladığı Çokkültürlülük politikalarını başarılı bulanlardanım. Farklı olanı kabullenme, çeşitliliğe saygı, günümüz dünyasında Kanada’ya mahsus müstesna bir değer. Genel olarak, toplumda karşılıklı anlayış ve saygı var; huzur var…

Elverir ki, bu çeşitli kültürlülük, farklılıklardan beslenen zenginlik, kısır siyasi çekişmelere kurban edilmesin.


Bakan Bey, mazisini ve ülke gerçeklerini reddedercesine Amerika’ya sırtını yaslayacağına, kuru kuruya vatan millet anglosakson edebiyatı yapacağına; keşke göçmenlerdeki işsizlik, yeni gelenlerin eğitim durumlarının tanınması, göçmenlere dil öğretimi için tesis edilmiş ESL ve FSL Dil kurslarının  islah edilmesi gibi, entegrasyonun daha sağlıklı gerçekleştirilebilmesi için  makul şeylere kafa yorsa. 

Saturday, September 13, 2014

YETMİŞİKİ MİLLET TEK DEVLET

YETMİŞİKİ MİLLET TEK DEVLET

 

“Etnik sorunlarla milletlerin birbirine düştüğü karanlık bir dünyada, Kanada farklı kültürlerin barış, zenginlik ve ortak saygı içinde birlikte yaşayıp çalışabildiği ideal bir model olarak yükseliyor”

                                                                                                           Bill Clinton

 

Anadolu tarih boyu çeşitli medeniyetlere,  kültürlere, dinlere vatan oldu. Bu nadide vatan parçası tanımlarken köprü kelimesi tercih edilir çoğunlukla. Medeniyetlerin kesişim noktası, doğuyla batıyı birleştiren bir köprü imgesi canlanır çoğumuzun gözünde.

Geçenlerde, Kanadalı bir dostum, bu genel nitelemeye itiraz etmemekle birlikte, Anadolu için en iyi sıfatın, kaynak olabileceğinde ısrar etti. Defalarca Türkiye’ye gelip gitmiş dostumuz, dünden bugüne Anadolu’nun zengin birikim ve kültürel harmonisiyle, tüm dünya için keşfedilmeyi bekleyen bir zengin bir kaynak olduğunu vurguladı. Ona göre, Anadolu köprüden ziyade, bizzat medeniyetlere kaynaklık yapmış; ve hala yapabilecek bir keyfiyetteydi.

Eski dünyanın merkezi Anadolu’dan çok uzaklara, “akvam-ı beşerin kum gibi kaynadığı” bir yeni dünya ülkesine gidelim, Kanada’ya. O da Türkiye gibi   farklı din, kültür ve milliyetten milyonlarca insanı barındırıyor topraklarında.

Tarihçilerin Eski Kanada diye anlandırdığı, hemen hemen yirminci yüzyılın ilk yarısına kadar gelen bir dönem var. İngiliz ve Fransız ağırlıklı  bir  dönem. Artık bu "beyaz" Eski Kanada’nın yerinde yeller esiyor.  Şimdi, daha hızlı, renkli, zengin ve her geçen gün farklılaşan, dinamik  bir ülke duruyor karşımızda. Adetler, gelenek ve görenekler de hızla değişiyor. Her ülkeden, her renk, ırk, din, tarikat veya topluluktan insanın harman olduğu bir yer nüfusun yarısının Kanada’da doğmadığı Yeni bir Kanada.

Dünden bugüne Büyük Kanada Toplumununun mozayiğini teşkil eden milletlere genel olarak bir bakalım:

 Yerliler

Kanada’nın gerçek sahibi olan yerlileri, üç grupta incelemek mümkündür: Indian, İnuit ve Metis. Tüm yerlilerin sayısı, toplam nüfusun sadece yüzde ikisidir. Genellikle kabileler halinde özel yerleşim yerlerinde yaşayan ve geleneksel liderlerce yönetilen yerliler, Federal devletin özel yasaları ile koruma ve kontrol altındadırlar. Kanada Yerlilerinin, kısmen de olsa ayrıcalıklı bir konumları vardır. Sözgelimi  federal devlete kayıtlı yerliler,  vergi ödemezler.

Düzensiz yerleşim birimleri, başarısız okul sistemleri, yüksek işsizlik oranları, alkol ve uyuşturucu kullanımındaki fazlalık; yerlileri sorun haline getirmiş, onları her daim Kanada hükümetine karşı isyankar ve sorunlu bir pozisyona itmiş. Bununla birlikte, Federal devletin, yerlilerdeki verimliligi artırma, toplumda onları daha üretken hale getirme konusunda çalışmaları yabana atılamaz.

Bazı yerli grupları tamamen dış etkilere kapalı, kendi kültür ve dillerini yaşama ve yaşatmayı sürdürüken; özellikle Alberta ve Manitoba eyaletlerinde yaşayan Metis yerlileri, Fransız kültürüyle yoğrularak, özgün bir kültür meydana getirebilmişler, toplumla daha içli dışlı hale gelebilmişlerdir.

İnuit’ler, Kanada’nın buzullarda yaşayan yerlileridir. Eskimo adıyla bilinirler. Küçük gruplarlar halinde ve tecrit edimiş bir hayat yaşarlar. Avcılık ve balıkçılıkla geçinirler. Kanada Meclisinde daimi bir İnuit temsicisi, Kanada’nın bu bilinen en eski milletini temsil eder.

 Fransız ve İngilizler

Günümüz Kanada toplumunun baskın milletleri, Fransızlar ve İngilizlerdir. Bu iki millet, ülke nüfusunun yarısından fazlasını teşkil eder. Bu iki baskın etnik unsur, dil, din, kültür, gelenek ve siyasi olarak ülkenin kaderini tayin eder. Kanada’da, bu iki millet arasında, 1750’lere kadar çizilmiş sınırlar vardı. Sonraları, İngilizler, Fransızları, Quebeck eyaletine hapsederek  kontrolü ele geçirdiler. Bu iki etnik unsur arasındaki güç mücadelesi belli alanlarda halen sürmektedir.

Konfedarasyonla, birlik bütünlük sağlanırken, eyaletsel yönetimler daha fazla güçlendirildi. Fakat ülkenin büyük kısmı ve işdünyası yine İngiliz kontrolünde kaldı. Fransızlar ise daha çok çiftçilik ve ucuz işçiliklerle meşgul oldular. Bu durum, hemen hemen 1950’lere dek sürdü. Quebeck eyaleti, Fransız milliyetçiliğinin kalesi haline geldi. Quebeck Partisi, Kanada devletinden ayrılıp müstakil bir devlet gayesiyle kuruldu. Bırakın ayrılıp gitsinler, ayrı bir devlet kursunlar diyenlerden, ülkeninin birlik ve bütünlüğünden asla taviz verilmemesini savunanlara kadar,  Kanadalıların Quebec  konusunda farklı farklı görüşleri var. Bu konu, özellikle  seçimlerde,  en sıcak tartışma konularından biridir.

 Diğer göçmeler   

Gelen tüm  Avrupalı askerler, denizciler, seyyahlar kendilerine Kanada’da daha iyi bir yaşam aradılar. Özellikle yirminci yüzyılın başlarında artan göç dalgası, ülkenin demografisini derinden etkiledi. Ingiliz, Fransız ve Yerlilerden mürekkep nüfusa yeni renk, dil ve kültürler dahil oldu.

Zamanla, Kanada, göçmeliği  milli bir politika olarak benimsedi. Avrupa’dan gelen diğer göçmenler; Alman, İtalyan, Rus, İrlandalı ve Ukraynalılar olarak sayılabilir. Bu göçmenlerin bir kısmı, büyük şehirlere yerleşip, oralarda kendi gettolarını kurarlarken, bir kısmı da  kırsalda, kendi kültürlerini koruyarak daha otantik bir hayat sürdüler.

 Asyalı Göçmenler

Çin’den ilk göçmenler, altın madenlerinde çalışmak için geldi. Sonrasında ise, Kanada Pasifik Demiryolu yapımında kullanılmak üzere, binlerce ucuz Çinli işçi ithal edildi. Bu işçiler, tehlikeli işlere koşuldu. Dağlarda tünel kazdılar, nehirlerde köprü inşaatlarında amele olarak istihdam edildiler. Yine yüzlercesi bu inşaatlarda ölüp gitti. Günümüz Kanada’sındaki Çin nüfusu, daha çok ülkenin batı sahillerinde kümelenmiştir.

1960’lardan sonra kısmen iyileştirilen göçmenlik yasalarıyla, Asyadan toplu göçmen alımına devam edildi. Gelenler, çoğunlukla, Arap, Hindistanlı ve Çinliydi.

1971’de Kanada resmi olarak çokkültürlülük siyasetini benimsedi. Vatandaş olan hiç kimsenin kimseye üstünlüğü sözkonusu edilmeyecek, farklı kültürler, devlet tarafından desteklenecekti yeni politikaya göre. Çokkültürlülük Bakanlığı bile ihdas edildi.  Onca farklı etnik ve dini grup arasında ortak bir Kanadalılık paydası oluşturmayı hedefleyen bu milli politika; aynı zamanda etnik grupların din ve dil özgürlüklerine hayat hakkı tanıyor ve varlıklarını yaşatmak etkinlikleri için maddi imkanlar sağlıyordu.

 Afrikalı Göçmenler

Kanada’ya ilk Afrikalı, 1626’da  köle olarak getirilmiştir. Sonrasında, kölelik ülkenin her yerinde yaygınlaştı, bu yolla çok sayıda Afrikalı getirildi.

19.yy’ın ortalarında siyahiler arasında, Kanada, Amerika’dan kaçılıp sığınılacak bir özgürlükler beldesi haline geldi. Zenciler, kendi aralarında Kanada’yı cennet olarak adlandırmışlardı

Bugün de gerek Afrika’dan gerekse Atlantik Adaları’ndan Kanada’ya siyahi bir göç devam etmekte.

 

Dünyanın her milletinden derlenen Kanada toplumunun üyeleri, kendi kültürlerini özgürce yaşatıyorlar. Okullar, ibadethaneler, kültür ve toplum merkezleri açıp genç kuşaklarını eğitiyorlar, serbestçe öz kültürlerini koruyup sürdürebiliyorlar.  Kültürler arası bu etkileşimden, karışımdan çeşnili bir lezzet çıkıyor ortaya. Kanada, ne köprü, ne de bir kaynak. Farklı tat, renk ve kokuları taşıyan gıdaların bir arada kaynadığı tencereyi andırıyor.

Bazılarına göre bir ütopya olan çokkültürlüğün, gündelik hayatta güzel uygulamaları var. Medyadaki olumsuz örneklere, bir kısım zihinlerdeki önyargılara rağmen işlerin çok daha iyi gittiğine inanıyorum. Saygı, sorumluluk, nezaket gibi en temel insani değerleri gündelik hayatta her yerde görebiliyoruz.  Kimsenin kimseye söz dinletme, diş geçirme gibi bir derdi yok.


Ülke, her yıl ikiyüzellibinden fazla resmi göçmen alıyor. Bu insanların her biri farklı kültürden, dinden, gelenekten... Buraya kendi inançlarından taviz vermeye, fedakarlık etmeye değil, inançlarıyla yaşayabilmek için geliyorlar. Her millet, kendine mozayik içinde en güzel yeri bulabilmek icin gayret ediyor. Göçmenler Kanada’nın milli kimliğine darbe vurmuyor, bilakis bu kimliği pekiştiriyorlar.

Kanada, sadece tabii kaynakları bakımından değil,  insan kaynakları bakımından da zengin bir ülke. Devlet, renk, dil, din  ve ırk ayrımı yapmaksızın, tüm vatandaşlarının mutlak eşitliğini temin ediyor.  Yeni Kanadalılara düşen de, kendi etnik gruplarına karşı sorumlulukları olduğu gibi, Kanada toplumuna karşı da vazife ve sorumlulukları olduğunu unutmamak.

Fransız ve İngilizlerden müteşekkil Eski Kanada tedavülden kalktı.  Bazıları  Hey Gidi Günler ( Heydays) nostaljisi yaşıyor olabilir, ama dünya ile birlikte Kanada’nın dinamikleri de değişiyor. Kanada bağrına bastığı yeni sakin ve sahipleriyle daha iyi bir geleceğe gidiyor.

Thursday, September 11, 2014

AYRIMCI BİR MESAJ TAZMİNAT ÖDETTİ


İnsanlar, nesebi gayr-i sahih "paralel" yaftalarıyla ve ardı arkası kesilmeyen yargısız infazlarla işinden gücünden ediliyor.

Ehl-i vicdanı galeyana, ehl-i semavatı da ihtizaza getirecek çapta büyük zulümler irtikab ediliyor.
Bazen, Bu Ülke, böyle gelmiş böyle gidecek düşünceleriyle ümitsizliğe ve inkisara düçar oluyorum!

Her toplumda densizler ve dengesizler vardır. Azınlıktadırlar. Çıkardıkları gürültü rahatsızlık uyandırmaz. Türkiye'de ise bu azınlık güruhun gürültü ve o tantanası, toplumu yönetecek derekeye geldi, ne yazık ki!

İşte sosyal medyada arz-ı endam ve dahi icra-yı faaliyette bulunan AK-Troller!
Kendisine ister havuz, ister başka bir sıfat bulun, ama kesinlikle insaflı olmayan bir medya, internet sieleri, radyo ve televizyonlar her gün, her an yüzlerde yalan haber ve iftira fabrikasyonuna devam ediyor. Maksat haber vermek, haberdar etmek değil, zihin bulandırmak, moral ve maneviyat bozarak yıpratmaya çalışmak, algı oluşturmak...acı olan da yalan söyleyeninin yaptığının yanına kar kalması!

Yoğun ve amasız bir kara propagandayla, masum insanların zihni iğfal ediliyor.
Adalet tatile çıktığından bu ayrımcılık ve iftira mesajlarını atanların, yalan haberleri ve insafsız tezviratları tefrika edenlerin yargılanmaması...Tahkir ve tezyif, iftira ve tezvirat, yalan ve dolan atmak, sonra da kenara çekilivermek bu kadar kolay!

Bazı şeylerin Kanada'da nasıl olduğunu göstermek için mukayese babında yazılar kaleme alıyorum. Bilmem ki bir faydası olur mu olmaz mı!
Birilerinin mengeneleri çoktan çürümüş vicdan kapıları sonuna kadar sürmeli olduğundan beyhude kürek çektiğim zehabına da kapılmıyor değilim hani!

Bugünkü örneğim Ottawa'dan, yıllarca bir mukimi olarak müftehir olduğum yeşil ve sakin başkentten.

Kendisi bir göçmen olan Malek Bouraoi, Haziran 2013'te bir şirkete iş başvurusu yapıyor. Şirket yetkililerinden Jessi, işyerlerinde sadece beyaz adamları çalıştırdığını söylüyor Malek, aralarında ayak üstü bir tartışma yaşanıyor.

Malek olay yerinden ayrılınca, telefonuna bir mesaj düşüyor. İşte o küçük mesaj mahkemede delil olmaya ve sonuçta işyeri sahibinin cezayı yemesine yetiyor! Şirket ayrımcılık yapığından dolayı 8.000 dolarlık ceza alıyor. Ayrımcılık yapan bir şirket olarak kayda geçmesi ve  rezil olması da cabası..!

Olayın arka planı şöyle:

Şirket yöneticisi Jessi, iş başvurusu yapan Malek'e hangi ülkede doğduğunu, ve açıkça da siyahi mi yoksa beyaz ırktan mı olduğunu soruyor!
 Bir siyahi olan Malek, Kanadada doğmadığını ama İngilizcesinin iyi olduğunu belirtiyor. Ayrıca kendisine sorulan bu soruları da yersiz bulduğunu belirtiyor. Tartışmadan sonra da Jessi, Maleke önce İngilizce öğrenmesi gerektiğini de belirten alay dolu mesajını gönderiyor. Mesajlaşmalar böyle sürüyor.

Malek de Ontario İnsan Hakları Kurumu'na Jessi ile ilgili olarak suç duyurusu yapıyor.
Bu suç duyurusudan haberdar olan işveren Jessi, Malek'i arayarak başvurusunu geri çekmesini, nasılsa davayı kaybedeceğini ve sonuçta da kendisine binlerce dolarlık yasal masraf açılacağını söyleyerek göçmeni tehdit ediyor, yasaları bilmediğini düşünerek onu caydırmaya, korkutmaya çalışıyor. Malek geri adım atmayınca, biraz daha alttan alıyor. Ama Malek'i davasından geri döndürmeyi başaramıyor.

Devlet kurumu, şirket yetkilisinin işe başvuran şahsı ırkından, doğduğu yerden ve renginden dolayı tahkir ve tezyif ettiği hükmüne varıyor ve şirkete 8.000 dolarlık cezayı kesiyor.

Ottawa bazı durumlarda göçmenler için iş bulmaları kolay bir şehir değil.
Ama yasalar hiç kimsenin kimseye hakaret etmesine müsaade etmiyor. Ayrımcılık Kanada'da en büyük suçlardan.

Kimse meydanlarda gelin kardeş olalım nutukları irad etmiyor burada. Yasası var, sosyal hayatın bir kaydı var kuyudu var, herkes yasa önünde eşit ve bunları uygulamayan da konumu ne olursa olsun ceremesine katlanıyor.

Türkiye'de her gün itibar suikastleri oluyor. Gerek kişiler gerekse kurumlar, medya üzerinden kıyıma maruz kalıyor.
Manevi soykırımlar işleniyor. Ama kötülüğü, ayrımcılığı yapanın yaptığı yanına kar kalıyor.

Bazılarına da hukuku ve adaleti işletmektense, meydanlarda adalet  nutukları ve tiradları irad etmek daha kolay geliyor.

Başta da belirttiğim gibi, işler Kanada'da böyle yürürken Türkiye'de de nice masum insan "paralel" yaftalarıyla ve ardı arkası kesilmeyen yargısız infazlarla işinden gücünden ediliyor.


Wednesday, September 10, 2014

LAHMACUNCU AMCADAN PİZZACILARA


Fethullah Gülen Hocaefendi eski vaaz ve sohbetlerinde İzmirli bir lahmacuncudan söz eder.
Üç tekerlekli el arabasıyla İzmir sokaklarında lahmacun satan bir zat, Fethi amca.
Kazandığının çoğunu getirir Hizmet'e verir. Hizmet, onun için eğitim yoluyla bir milletin dirilişini gerçekleştirmektir.
Yıllarca biriktirip de satın aldığı evinin anahtarlarını Hizmet'e teslim eder, o mekanı öğrenci evi yapar. İşportacı olduğuna bakmaz, bu işi eğitimliler, devlet yetkilileri ve zenginler yapsın diye beklemez. Bir mesuliyet şuuruyla böyle bir ihtiyacı hisseder ve büyük bir azimle elinden geleni yapar Fethi amca.

Bu gayretli, fedakar ve samimi insan kendi üstüne başına giyecek bir şey almadan elindekini avucundaki fakir talebeye sarf eder. Evet, lahmacun satarak öğrenci yurdu yaptırmış bir zattan söz ediyorum. Yurdu açmakla da kalmayıp, yurdun eksiğini gediğini karşılamak için daha fazla çalışan bir gönül ehlinden.
Şimdi Madagaskar'dan Brezilya'ya o yurttan yetişen öğrenciler var. Bu bir destan. Bir Hey Gidi Günler.

Hizmet'te böyle vaka çok. Bütün bu gerçek olaylar dilden dile dolaşarak, sonrakilere rol model oluyor, insan yetiştiriyor.
Lahmacuncu Fethi amca, sadece yaptırdığı yurduyla değil, asıl bu fevkalbeşer gayret ve azmiyle, hikayesiyle yad-ı cemil oluyor, zamanla da kendisi bizzat bir ekol haline geliyor. İleride menkıbe olarak anlatılır.

Aynen öyle de...
Amerika'da, Kanada'da, Avustralya'da...gece gündüz çalışan ve geri kalan vakitlerinde de hizmete koşan İzmirli, Malatyalı, Antepli, Samsunlu...fedakarlar var. Her biri bir Hacı Kemal Erimez, Mehmet Özyurt, Fethi Amcanın maddi ve manevi fedakarlık hikayeleriyle büyümüş fedakarlığı fıtratlarının özü haline getirmiş insanlar...
Taş kıran, inşaatlarda çalışan, taksi şöfürlüğü yapan, arabasıyla pizza dağıtan, temizlik işçiliği yapan yüzlerce, binlerce insan.

Bu insanlar üniversite mezunu olmalarına bakmadan, gurbet illerde eğitimlerine uygun iş bulamadıklarına takılıp kalmadan, hayata küsmüyorlar, ellerine manivelalarını alıp, süpürgelerini alıp işe gidiyorlar. İlle de masa başı iş olsun, ismimin başında ve sonunda şöyle sıfat olsun basitliklerine takılıp kalmadan..
Hem evlerine helalinden rızık getiriyor hem de bulundukları mekanlarda Hizmet işlerine zamanlarını ve kazançlarını isar ediyorlar. Ben bunları görüyorum. Görmemek, tam anlayamasam da bu fedakar insanları takdir etmemek insafsızlık olmaz mı!
Bütün kara algı operasyonlarına rağmen, Anadolunun bu has çocuklarını, yiğit evlatlarını görmemek, onların alın terini, göz yaşını görmemek ne büyük bir vebal ve vefasızlık!

Oralarda açılan kültür dernekleri, kurumlar işte bu fedakarların ortaya koydukları üç beş kuruşlarla oluyor. Devletlerin milyonlarca dolarlar harcayarak kotaramadığı hizmetler...

Bayanların, ablaların, kardeşlerin hamaratlığı, gayreti anlatmakla bitmeyecek bir başka destan. Kimsenin bir eli yağda bir eli balda değil. Kimse balla kaymakla beslenmiyor.
Herkes Kabe yolunda bir karınca olabilme sevdasında, telaşında. Bütün siyasi hamaset ve husümetlerin fevkınde, dertleri sadece bir mahzun gönle daha ulaşabilmek! Eksik gedik yok mu! Çok. Ama bütün eksiğe gediğe rağmen, şuna buna takılmadan işlerini yapmaya çalışıyorlar.
Bütün çilesizlere, eyyamcılara, çığırtkanlara, ekranlarda ve gazetelerde ahkam kesen tufeylilere rağmen.

Mukayese olması bakımından farklı bir örnek vereyim:

Hiç unutmam, uzun yıllar önce sevdiğim bir dostum, Ottawa'da bir işadamı ziyaretine  beni de davet etmişti. Ziyaret edeceğimiz yer, Kanada'da bulunan en zenginlerden birinin kocaman fabrikası.
Kendisi de bir Türk olan ve uzun yıllardır Kanada'da yaşayan patron, yanında çok sayıda işçi çalıştıran bir milyonerdi.
Hoş beşten sonra arkadaşım, Ottawa'daki bütün Türkleri ilgilendiren bir projeyi heyecanla anlatmaya başladı muhatabına.
En sonunda da, böyle bir proje için herhangi bir yardımda bulunup bulunamayacağını sordu milyoner patrona.
Beyefendi sakince, geçen yıl bir başka derneğe 150 ( yüzelli) dolarlık bir bağışta bulunduğunu söyledi hemen ve sonra da bu derneğin kendisine hala bir bağış makbuzu bile vermediğini, dolayısıla bunu da vergiden gösterip de masraftan düşemediğinden şikayet etti.

Arkadaşımla utancımızdan ve şaşkınlığımızdan donup kalmıştık adeta.
Koskoca patronun verdiği bağış ve takılıp kaldığı şey karşısında ebkem kesilmiştik!
Nitekim bu sözlerinden dolayı kendisinden herhangi bir talepte de bulunmamıştı.
Kendisine bir pizza dağıtıcısının bu proje için 5.000 dolar, bir seramik döşeyicisinin de 20.000 dolar verdiğinden falan söz edip onu da utandırmak istememiştik!

Olmayınca olmuyor.
Fedakarlık başka bir şey.
Allah herkesin parasını nasip etmiyor. Bu bahsi geçelim.

Sonra o heyecanlı projeler, kurumlar hep gurbetteki işçilerin üç beş kuruşlarıyla  gerçekleşti. Gerçekleşmeye de devam ediyor. Ottawada bilmem kaç milyon dolarlık muazzam bir Kültür Merkezi açıldı geçen sene. Edmonton'da bir okul daha bu ay. Hep fedakarlıkla, hiç bir şeye, hiç bir yere, hiç bir kimseye takılıp kalmayan bir azim ve gayretle...

O işçiler, memurlar verebileceklerinin en fazlasını vererek açıyor o kuurmları. Oralardan da herkesin evlad u eyali istifade ediyor. Binlerce Kanadalı Türk bayrağının dalgalandığı o kurumlara girip çıkıyor, kültürümüzü, değerlerimizi, dinimizi öğreniyor, bir kahve içiyor, hoş sohbete iştirak ediyor. O kurumlar Kanada'da barışa ve huzura hizmet ediyor.

Şimdi alma ağacı altında doğduklarından sadece almaya alışmış bazı insanlardan anlattıklarımı anlamalarını beklemem. Ekranlarda ahkam keserek, gazetelerde kompozisyonlar karalayarak cebini dolduranlardan, kitabına uydurulmuş ihalelerle haksız kazanç elde eden mücahit müteahhitlerden bu anlattıklarımı anlamalarını beklemem.

Derdim, bir kısmına benim de şahit olduğum bu fedakarlık tablolarını dile getirilmek, kayda geçirmek...Bakın bu menfeat dünyasında, böyle insanlar da var diyebilmek.

Bir sistemin, felsefenin, davanın binlerce, milyonlarca muhteris ve menfeatkar ihaleci müntesibi olacağına bir tane lahmacuncu Fethisi, pizzacı Ekremi olsun yeter.



Tuesday, September 9, 2014

CESUR DEĞİLLERMİŞ!

Ekranlarda bazı kişilerce, yüksek sesle seslendirilen şöyle bir iddia var:
Gerek bürokraside gerekse iş dünyasında Paralel Örgütten mustarip ve mağdur çok insan var. Ama bunlar henü yeterince cesur olamadıklarından bu şikayetlerini açıkça dillendiremiyorlar. Eş dost arasında anlattıklarını ekranlara çıkıp söyleyemiyorlar. Çünkü herşeye rağmen Paralel Örgüt hala çok güçlü.

İnsaaf!

Bırakın şu bir taşla bir kaç kuş avlama hinliğini canım!

Bizzat devletin en üst yetkililerince günde on defa tahkir edilen, aşağılayıcı tavsiflerle tezyif edilen, kendisine hakk-ı hayat tanınmayan bir topluluktan mı korkuyormuş o korkaklar!

24 saat, medyada kendisine hakaretler yağdırılan, aleyhinde türlü kumpaslar kurulan bir cemaat mi korku salıyormuş ortalığa.

Şimdi cemaate vuran kazanmıyor mu Allah aşkına! 
Gece gündüz cemaate çakan prim yapmıyor mu!
Bütün müflis işadamlarından tutun da, devair-i devlette kat-ı meratip edemeyen kifayetsiz muhterislerine, oynadığı dizisinden kovulmuş tiyatrocusundan, rektör olabilmek için yutkunup duran kompleksli akademisyenlerinize, gazinosundan tard edilmiş dansözlerinizden, tekrar aday gösterilmeyen milletvekillerine kadar...bir şirzime-i kalil kendi cürümlerini aklamak  için cemaati günah keçisi seçmiyorlar mı! Bire bin ekleyip ne senaryolar düzülüyor!

Hizmeti kötlemek bir geçim kapısı haline geldi. sırf buradan iaşesini temin eden tufeyliler ortaya çıkmadı mı!

Cadı avı, en yüksekler tarafından tekrar be tekrar seslendirilirken mi korkuyormuş insanlar mağduriyetlerini ifade etmekten!

Bilakis, Hizmetle hiç bir teşrik-i mesaisi olmamasına rağmen, paralel masalları tefrika eden nevzuhurlar türemedi mi ortalıkta! Hizmete küfredenler yalancı bir cennette aram etmiyorlar mı son zamanlarda!

28 Şubat'ın, 2014 versiyon aktörleri dolaş mıyor mu ortalıkta.

Bitirmek istediğini pararleci diye yaftala, hayatını karart.

Batmışsan eğer, savur bir küfür paralele, ihya ol!




Friday, September 5, 2014

NAMIK KEMAL. HÜRRİYET KASİDESİ

HÜRRİYET KASİDESİ

 1.Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten
    Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten

 2.Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten
    Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez ianetten

 3.Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma
    Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten

 4.Vücudun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır
    Ne gam rah-ı vatanda hak olursa cevr ü mihnetten

 5.Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir
    Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten

 6.Hemen bir feyz-i baki terk eder bir zevk-i faniye
    Hayatın kadrini âli bilenler hüsn-i şöhretten

 7.Nedendir halkta tul-i hayata bunca rağbetler
    Nedir insana bilmem menfaat hıfz-ı emanetten

 8.Cihanda kendini her ferdden alçak görür ol kim
    Utanmaz kendi nefsinden de ar eyler melametten

 9.Felekten intikam almak demektir ehl-i idrake
    Edip tezyid-i gayret müstefid olmak nedametten

10.Durup ahkam-ı nusret ittihad-ı kalb-i millette
    Çıkar asar-ı rahmet ihtilaf-ı rey-i ümmetten

11.Eder tedvir-i alem bir mekînin kuvve-i azmi
    Cihan titrer sebat-ı pay-ı erbab-ı metanetten

12.Kaza her feyzini her lutfunu bir vakt için saklar
    Fütur etme sakın milletteki za'f u betaetten

13.Değildir şîr-i der-zencire töhmet acz-i akdamı
    Felekte baht utansın bi-nasib- erbab-ı himmetten

14.Ziya dûr ise evc-i rif'atinden iztırâridir
    Hicâb etsin tabiat yerde kalmış kabiliyetten

15.Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim
    Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-ı hamiyetten

16.Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim
    Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten

17.Biz ol ulvi-nihâdânız ki meydân-ı hamiyette
    Bize hâk-i mezar ehven gelir hâk-i mezelletten

18.Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet
    Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten

19.Kemend-i can-güdâz-ı ejder-i kahr olsa cellâdın
    Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten

20.Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin
    Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten

21.Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşakkatler
    Ki ednâ zevki aladır vezâretten sadâretten

22.Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâza dönmüş kim
    Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetten

23.Müberrâyım recâ vü havfden indimde âlidir
    Vazifem menfaatten hakkım agrâz-ı hükümetten

24.Civânmerdân-ı milletle hazer gavgâdan ye bidâd
    Erir şemşîr-i zulmün âteş-i hûn-i hamiyetten

25.Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet
    Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten

26.Gönülde cevher-i elmâsa benzer cevher-i gayret
    Ezilmez şiddet-i tazyikten te'sir-i sıkletten

27.Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet
    Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten

28.Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme
    Cemâlin ta ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten

29.Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmid-i istikbâl
    Cihanı sensin azad eyleyen bin ye's ü mihnetten

30.Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infâz et
    Hüdâ ikbâlini hıfzeylesin hür türlü âfetten

31.Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar
    Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten



KANADA OTELI

KANADA OTELİ

 

Tarihe bakın. Kanada Yerlileri, Avrupa’dan gelen ilk göçmenlere kucak açtılar, beslediler onları. Zamanla bu sıcak karşılama, Kanada’da bir gelenek haline geldi. Sonradan, bu topraklara gelen herkes sıcak karşılandı ve ülkenin imkanları hep kendileriyle paylaşıldı.”

                                                                                              Peter Stoffer

Toplum ( community) kelimesinin bu kadar önemsendiği bir başka ülke var mıdır acep şu alemde!  Kanadada aşağı toplum, yukarı toplum… Bu nedenle, Kanada’yı  “Toplumlar Topluluğu” diye tesmiye etmenin hiçbir mahzuru yok. Her geçen gün “millet olma yolunda yavaş da olsa bir mesafe kat eden” bu ülkeye yapılabilecek en iyi yakıştırmaladan  biri   Birleşmiş Toplumlar Devleti olsa gerektir. 

Böylesi  renkli bir topluma   adım atan her yeniyetme göçmenin hazmedeceği ilk erdem hoşgörü ve tahammül olmalıdır. Farklı olana hoşgörü,  kendinden olmayana tahammül… 

Kanada’nın,  bunca büyük bir coğrafyayı ve bu kadar farklı etnisitiyi tek bayrak altında toplayabileceği en temel değerdir hoşgörü. Müslümanı hristiyanından, budistinden, yahudisine,  hindusuna herkes birbirinden öğrenecek, yeni’ye farklı’ya açık ve mütehammil olduğu sürece bu toplumda varlığını süredürebilecek.  Sonuç itibarıyla de çeşitli çeşnilerden, sofraya da tatlı mı tatlı  bir Kanada aşuresi kotarılacak. Böyle bir malzeme zenginliğinden mükemmel bir aşure devşirilemezse eğer, ortaya  ya karın ya baş ağrıtacak bir bulamaç çıkardı ki,  eyvahlar ola!

Birlikte yaşama kültürü, Kanada’nın dünyaya sunabileceği en güzel hediyedir. Toplumca büyük ölçüde içselleştirilen bu değere dünyanın da şiddetle , hararetle muhtaç olduğunu düşünüyorum. Ortak yaşama projesinin tatbik edilebileceği  büyük bir labaratuvardır Kanada.

Kanada’da daha düne kadar, yerliler, İngilizler, Fransızlar, kısmen de Amerikanlardan başka bir millet yoktu. Yunanlılar, Çinliler, Ruslar, Japonlar, Araplar, Hindistanlılar, İrlandalılar yoktu.  Sonraları  her milletten insanın sığınağı, birbirine düşman milletlerden insanların birlikte yaşadığı bir sokak, bir apartman oldu.

Kanada için meşhur metafordan biri değirmendir. Geleni gideni öğütür, dönüştürür. Ya geldiğiniz ülkenin kültürüyle, Kanada kültürünün hoş ve makul bir bileşimi, ortalaması olursunuz; ya da hiç bir şeye benzemezsiniz. Göçmenler bu ülkeye yontulmaya gelirler. Bu kadar farklı ve bazen de zıt kültürden insan, bir araya gelir; zaman içinde,  birbirini yontar da yontar. Güzel olan şey ise, bu yontma ameliyesinin sessiz sedasız , çoğu kez de uzlaşmayla süregitmesi…

Fransa’dan sürülen müzmin muhalif    Voltaire’ nin İngiltere için söylediği şu söz, aslında  tastamam Kanada’yı  tasvir eder:  “ Eğer İngiltere’de sadece bir din olsaydı, despotluk hüküm sürerdi; eğer iki din olsaydı, insanlar birbirinin boğazını  keserlerdi.  Ancak 30 farklı din var ve insanlar barış içinde yaşıyorlar”. Farklılıkların ahenk içinde varlığını sürdürdüğü Büyük Kanada Toplumu’nda,  mozayigin renkleri ne kadar parıldasa da, çimentosunda barış, düzen ve hoşgörü var…

Kanada’yı bir pazıl olarak düşünün, rengarenk bir pazıl!  Herkesin elinde bir parça var ve sadece ortak bir çalışma ve dayanışmayla bu pazıl tamamlanacaktır. Her faklı dil,din ve kültürden Kanadalı , kafa kafaya, yürek yüreğe vererek, var olarak var edecektir Kanada’yı.

Devlet kurumlarında başı sarıklı hindusu da, türbanlı müslüman bayanı, siyahisi, Çinilisi de çalışıyor. Bir kaç münferit önyargı dışında herhangi bir uyumsuzluk  yok. 

Ne yazık ki dünyamızda ırkçılığın olmadığı bir yer yok! Irkçılık, kavimcilik, toprakçılık evrensel bir illet ve her yerde…Şükür ki, Kanada diğer göçmen alan ülkeler gibi hırçın bir milliyetçiliğin, ırkçılığın yaygınca görüldüğü bir yer değil. Zaten ırkçılık yasalarla men edilmiş.  Ama özellikle bir kaç göbeklik geçmişi olan , burada doğup büyümüş yaşlı Kanadalı’ların zaman zaman yerli yersiz nedenlerle göçmenleri suçladıkları, memnuniyetsiz bakışlar savurdukları da bir vakıadır.

Ilk kuşak göçmenler genelde çileli bir hayat yaşıyor. Yarım akılla, yarım kalple yaşanmış hayat sürüyor ilk gelenler.  Bir muhacir ürkekliği ve kiracı psikilojisi… İçinde yaşadıkları toplumun meselelerine ilgisizlik, evden işe, işten eve gidip gelen kısır bir döngü…Geride bıraktıklarıyla derin bir hesaplaşma duygusu, zihinsel, zamansal ve mekansal  kopmalar, bölünmeler, aidiyet krizleri…İşte kimileri için cennet, kimilerince ise, içine hapsoldukları  kayıp bir cennet…

Pek çok göçmen, Kanada’ya kalma, burada yaşama niyetiyle gelmiyor. Otel Kanada’nın bu mevsimlik işçileri, biraz para kazanıp,  güngörüp,  dil öğrenip  geri dönebilme telaşındalar.  Geri dönenlerin yanında, yıllar geçtikçe  geriye dönme cesaretini yitirenler de az değil.

Bir gün dünyanın hemen her yerini gezmiş  genç bir Kanadalı diplomatla Ottawa nehri kenarından geçiyorduk. Dışişlerinin bu gelecek vaad eden Fransız asıllı diplomatı, bir hafta içinde Türkiye’ye gidecekti. Bir ara nehre bakarak:

Ottawa benim evim, doğduğum büyüdüğüm yer” dedi. Henüz ilkokul yıllarındayken nehrin kenarında ailesiyle yaşadığı günlerden söz etti, çocukluk  anılarını anlattı. Evet, bu topraklarda doğmuş bir kişinin duygularını benim anlamam, nehre baktığında  onun gördüklerini görebilmem elbette mümkün değildi. Dostum, kelimenin tam anlamıyla, Otel Kanada’nın “daimi” bir sakiniydi.  Bizler ise dışarıdan gelen birer içeridekilerdik…

Romancı Yani’nin otel metaforunu da sevdim. Yetmişiki milletin biraradalığını üzerine oturtup anlamladırabileceğimiz hoş bir benzetme… Hatta Yakup Kadri’nin üç katlı Kiralık Konağı’yla da hoş izahlar getirebiriz Kanada’ya. Ancak benim Kanada’yla ilgili favori benzetmem Faruk Nafiz’in Han Duvarları’dır.

Kim ne derse desin tüm göçmenler bir Maraşlı Şeyhoglu Satılmış’tır. Her deneyimli göçmen, yeni yetme bir göçmenin gözlerinde, hatta yürüyüşünde  kendini görür;  ben de oralarda bulunmuştum, bu yollardan geçmiştim hissini yaşar yeniden. Yeni yetme bir göçmen ise, Faruk Nafız gibi Kanada Hanı’nın duvarlarına işlenen geçmişin ve geleceğin  gizli kodlarını çözmeye çalışır.

Hayal edelim ki, Otel Kanadanın duvarlarında efsanevi Başbaka Turedonun şu Kanada duası yazıyor olsun: “Umutlarımız çok yüksek. İnsanımıza inancımız harika. Bu güzeller güzeli ülke için kurduğumuz hayaller  asla solmayacak