Tuesday, June 10, 2014

AH ŞU SALTANAT!


Kârunlar, beyler, paşalar, imparatorlar, krallar, dokunulmazlar ve erişilmezler... Bir gün bir kasırga eser ve devrilir saltanatları... Susar şen âvazları, kırılır kadehleri, yarım kalır kahkahaları...

Yunus Emre ne hoş söylemiş:
"...
Şunlar ki çoktur malları gör nice oldu halleri
Son-ucu bir gömlek giymiş onun da yoktur yenleri
Hani mülke benim diyen köşk ü saray beğenmeyen
Şimdi bir evde yatarlar taşlar olmuş üstünleri
Bunlar eve girmeyeler zühd ü taat kılmayalar
Bu beğliği bulmayalar zîra geçti devranları
Hani o şirin sözlüler hani o güneş yüzlüler
Şöyle kayıb olmuş bunlar hiç belirmez nişanları
Bunlar bir vakt beğler idi kapıcılar korlar idi
Gel şimdi gör bilmeyesin beğ hangidir ya kulları
..."

Kârunlar, beyler, paşalar, imparatorlar, krallar, dokunulmazlar ve erişilmezler... Bir gün bir kasırga eser ve devrilir saltanatları... Susar şen âvazları, kırılır kadehleri, yarım kalır kahkahaları...

Biter şirin sözleri, kararır güneş yüzleri, dağılır cümle eş-dostları. Derviş Yunus, durup bir mezar başında söylüyor: "Sana ibret gerek ise gel göresin bu sinleri/Ger taşısan eriyesin bakıp görünce bunları". Çoğu mezara kalmıyor kârunların ibretlik halleri... Zulüm ve haksızlık üstüne kurulmuş saltanatlar, daha dünyada, en mutlu anlarında ellerinden uçuveriyor sahiplerinin. Mazlumların âhı inletiyor yeri göğü, altını üstüne getiriyor servetlerin; plazaların, sarayların ve tapınakların. Evrensel kaidedir ve aslında bilir onlar da: "Zulm ile âbâd olanın sonu berbâd olur..." Çağdaş imparatorlar, krallar, kârunlar ellerinin kiriyle yakalanıveriyor ışıklara. Ortalık yerde şaşkın, öylesine duygusuz ve ne yazık ki pişkin... Yaşarken cehennemi görüyorlar ucundan ve dünyaları başlarına yıkılıyor. Oysa bu küçük cehennem. Burası küçük mahkeme. Büyük suçlar aslolana, büyük mahkemeye bırakılıyor.

Çağdaş krallar, kârunlar, imparatorlar... Üç günlük dünya onların saltanat yeri. Buranın kurallarını onlar koyuyor ve oyunu en güzel onlar oynuyorlar. Sırası geldiğinde ellerinin kirini sıvıyorlar gelip geçenin üstüne. Göz boyamak, düzenbazlık, iftira, yalan... Oyun içinde oyun üretmek onların sanatı. Düğmeye basıyor ve sahneyi karartıyorlar. Kendi çıkarlarınca dizayn ediyorlar her şeyi. Birini tutup göklere çıkarmak, birini karalamak, yaşamını karartmak, yok etmek, onlar için işten bile değil. Bunu yapıyor ve borazanlarıyla inandırıyorlar herkese...

Nice pâk, nice temiz, nice ak alınlı insan; onların karartma sahnesinde lekeleniyor. İftiraları kanun gibi işliyor masumların ve mazlumların tepesinde. Ve saraylarında, görkemli tapınaklarında kutluyorlar muhteşem zaferlerini. Mazlumların gözyaşlarını, âhlarını, gönül kırıklıklarını kadehlerine doldurup içiyorlar. Vücutları semiriyor, servetleri katlanıyor, tapınakları yükseliyor boyuna...

Krallıklarının ebedî süreceğini sanıyor ve aldanıyorlar. O ezelî kaideyi unutuyorlar sarhoşluktan. Gün gelip ışıklar yanıyor ve sahne aydınlanıyor. Kirli elleriyle, abus çehreleriyle ve semirmiş, biçimsiz, dev cüsseleriyle kalakalıyorlar ortada... Ve yine, bu halde bile ustası oldukları illüzyona, göz boyama sanatının inceliklerine başvuruyorlar. Kıvırtıyor, inkâr ediyor, şirin bir yüz arıyorlar kendilerine. Sonuna kadar direniyorlar diz boyu pisliğin içinde. Masum bir yüz arıyorlar ardına saklanacak; oyunlarının geri kalan bölümlerini sürüyorlar sahneye, pişkin ve umursamaz...

Kapıkulları, köleleri, alkışçıları da boş durmuyor yerlerinde. Onlar da karayı ak göstermenin yollarını arıyorlar. Tel tel dökülse de, sırıtsa da, boyası vıcık vıcık aksa da söylediklerine inandıracak birilerini buluyorlar mutlaka.

Kapalı kapılar ardının kudretli kralları, dokunulmazlık zırhına bürünmüş şövalyeler, dünyalık servetlerin, makamların sarhoşları; dünyanın böyle gelmiş ve böyle gideceğini vehmediyorlar. Adlarının, "saygın" sıfatlarıyla birlikte ebediyen yaşayacağını sanıyorlar. Oysa bir anda "hiç" olmak da var, oyunun evrensel kuralları içinde. "Hiç" olmak, bitmek, adı sanı anılmamak; gizlendiği tapınaktan çıkamamak...

Ve büyük final... Kara toprağın altı... Karşı konulmaz çağrıya boyun eğip, yıkılıp gitmek. Ve ardında derin bir sessizlik, kocaman bir unutuluş bırakmak... Ebedî yok oluşa mahkûm olmak... "Şimdi bir evde yatarlar, taşlar olmuş üstünleri..." Tapınakları, servetleri, buyrukları, görkemli sıfatları... "Ol saltanatın şimdi yeller eser yerinde..."

"Yunus ne hoş demişsin, bal u şeker yemişsin." Bak, nasıl da denk düşüyor bizim günümüze, tam yedi yüz yıl önce söylediklerin...

No comments:

Post a Comment